Hasat Zamanı
2005 yılında atılan ilk adım… İlk adımdan bugüne 14 yıl geçti. 14 yıla 40 sayı, yüzlerce yazı ve etkinlik sığdı.
Dergicilik hem yazanlar için hem de okuyanlar için bir okuldur. İlk sayı ile attığınız adımın acemiliklerini yürüdükçe aşar, yürüdükçe büyür ve gelişirsiniz. Derginin ve okurların birlikte çıktıkları bir yolculuktur bu. Ve karşılıklı bir değişim ve gelişim sürecidir.
2005 yılında ilk adımımızı attık. Önsöz, 6 Mayıs günü Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda düzenlediğimiz Denizleri Anma Gecesi’nde buluştu ilk kez okurlarıyla. O günü dün gibi hatırlıyorum. Bir yandan akşam yapılacak anma etkinliği için telaşlı hazırlıklar sürüyor, bir yandan da acaba matbaa dergiyi akşama buraya yetiştirebilecek mi diye merak içinde kıvranıyorduk. Dergiciliğin bitmeyen derdidir matbaa ile olan ilişki. Sürekli telefon trafiği ile hatırlatıyoruz kendimizi… Akşama doğru, etkinlikten bir saat önce, arkadaşlar sevinçle haber verdiler, geldi Önsöz diye… Balya balya Önsöz’ün Açık Hava Tiyatrosu’nun merdivenlerinden kucaklarda inişi ve bizim yaşadığımız heyecan anlatılmazdı.
İşte o günden bugüne 14 yılı devirdik. 41. sayımızla siz okurlarımızla birlikteyiz. Bugünden geriye dönüp baktığımızda ne kadar çok bilgi biriktirdiğimizi gördük. Ne kadar çok yazar ve şair yetiştirdiğimizi… Gurur duyarak… Önsöz yola çıkarken kendi yazarını, şairini yetiştiren bir okul olacak demiştik ve şimdi görüyoruz ki estetik ve sanat alanında verdiğimiz uzun soluklu mücadele bize bu okulun yazar ve şairlerini yarattı. Sıla Erciyes Hasat Zamanı dedi. D. Dağlı, Sanata Dair Notlar ile geldi. Temade Çınar, Yabancılaşmaya Karşı Beyin Egzersizleri’yle düşünmeye davet etti. Özgür Güven, Tarihsel Gelişmelerin Sanata Yansıması’yla sanat tarihine doğru bir yolculuğa çıkardı bizi. Elif Can şiirleriyle O An dedi. Nazım Akarsu, Umutlu Yüreklerin Kıpırtısı ile heyecanımıza daha büyük bir heyecan kattı.
Önsöz yazar ve şairleri elbette bu kadar değil. Sırada başka isimler var. Atila Oğuz, Ergül Çiçekler, Sena Kızılırmak, Sena Şat, Ruhan Mavruk, Kemal Oruç ve diğerleri… Onları da siz okurlarıyla buluşturmak için sabırsızlanıyoruz.
Sanata Dair Notlar
Dağlı’nın yazılarında, sınıf mücadelesinin sanat yoluyla açıklanmasını bulacaksınız. Yazarın edebiyat dünyasında yaptığı yolculuğa okuru ortak edişini göreceksiniz. Yazar ile birlikte Ana’nın, Demir Ökçe’nin, Martin Eden’in, Yarın Bizimdir Yoldaşlar’ın satır aralarında dolaşacaksınız. Yazarları ile sohbete doyamayacaksınız. Ayrıca kadınların dünyasına açılan bir kapı bulacaksınız. Nasıl Yapmalı’nın kadın kahramanı Vera ile tanışacak, Madam Bovary Ve Anna Karanina ile arkadaş olacaksınız. Sanata dair düşülen bu notlarla güzel bir edebiyat yolculuğuna ne dersiniz?
Yabancılaşmaya Karşı Beyin Egzersizleri
Temade Çınar “Dünyayı değiştirmek için düşünen her insana” ithaf ettiği kitabında egzersiz yapmaya davet ediyor. Görünenin değil, onun ardındaki gerçeği birlikte arayalım diyor okura. Sorular soruyor birlikte cevaplarını bulabilmek için.
Ben Kimim, diye soruyor ve siz satırlar ilerlerken kendinizi sorgularken buluyorsunuz. Bilincimizin Virüs Temizleme Programı var mı, diye sorduğunda, gerçekten nasıl bir saldırı altında bilincimizin çarpıtıldığını, bir çöplüğe dönüştürüldüğünü fark ediyoruz birlikte. Hemen bir virüs temizleme programı yüklemek istiyoruz beynimize. “Dünyayı Ben mi Isıtıyorum” diye soruyor doğayı yıkıma uğratanların sorumlu beni göstermesine karşı. Ben bağırıyor orada, suçlu sizsiniz diye. Ve tüm yabancılaşma sürecine karşı Hayal Kurma Eylemine davet ediyor bizi Temade Çınar yabancılaşmaya karşı durabilmek için. Hayal Kurma Eylemine var mısınız?
Tarihsel Gelişmelerin Sanata Yansıması
Özgür Güven, “Sanat, ‘bin yıllık özgürlük çağına’ geçişte hem bu süreci anlatmalı hem de mücadelenin bir parçası, militanı olmalıdır.” yaklaşımıyla tarihsel gelişmelerin sanata yansımasını inceliyor kitabıyla. Ve bugün artık, burjuva sınıfın sanatının, çöküşün ve çürümenin sanatı olduğunu söylüyor. “Yabancılaşmanın, karamsarlığın, iç sıkıntısı ve bunalımın yüceleştirilmesi: İşte burjuva toplumun ve burjuva sanatın geldiği yer.” Sanatta gerçekçiliğin tarihine doğru bir yolculuğa çağırıyor bizi yazar. Klasik Gerçekçilikten Rus Gerçekçiliğine, oradan Dostoyevski’nin Psikolojik Gerçekçiliğine ve Rus Gerçekçiliğinin zirvesi Tolstoy’a ulaştırıyor. Toplumcu Gerçekçilik ve Büyülü Gerçekçilik çıkıyor karşımıza ilerledikçe. Natüralizm ve Emile Zola, Varoluşçuluk ve Dekadan, Popüler Kültür ve Post Modernizm üzerine yazılara açılıyor sayfalar.
Özgür Güven ile sanat tarihine bir yolculuğa ne dersiniz? Yazar sizi bekliyor büyük bir sabırla, birlikte yürümek için.
O An
Elif Can şair yüreğinde donakalan An’lara doğru bir yolculuğa çıkarıyor bizi. Zindanda bir şairin yüreği hangi An’ları ölümsüz dizelere dönüştürmek ister görmek isterseniz bakmalısınız O An’lara. Kimbilir neler sığdırmıştır O An’a…
Sevilen ama görülemeyen yar yüzünde donan An’dır. “Zamansızlıkta buluşuyoruz / Kitap yapraklarındaki / anlatılan an’larda”. Aşktır, “İki insanın / tek insan olduğu an”. Bir fotoğraf karesinde gülümseyen yüzü ile Sultan Sarı oluyor O An. “Çıktın yola / gözlerin ışıl ışıl” diyerek Serpil oluyor O An. “Yüreğim kanatlanır sana doğru / sığmaz olur kafesine” yitirdiklerimize kavuşma isteğidir O An. Asit kuyularında yakılan ama yok edilemeyenlere takılı kalır An; “Götürdüler sevdiğimi / her akşam gittiği yönden / bekliyorum gelir diye.” Beklenen sevgili de kalır o An. Nerde kemikleri, diye hesap soran yürekte…
Grizu patlaması sonucu Bursa’nın Kemalpaşa ilçesinde bir madende öldürülen 19 işçi ansına takılı kalır O An. Rojava olur, Kobane olur daha sonra. Oradan, Haziran 2013 Gezi Ayaklanması savaşçılarına ulaşır. Ve “Paris’te üç fidan” olur O An. “Paris’te kanar üç fidan / Fidan Sakineleşmiş / Sakine sarılmış Leyla’ya” Paris’ten Ceylan’a doğru yola çıkar şair yürek, artık Ceylandır o An. “Ayakta ölmeye” diye haykıranların yürüyüşü olur.
Hiç karşılaşmamış olan yüreklerin özleminde Sibel olur. “Göremediğim / hüzünlü tebessümünün / boşluğu gözlerimde.” Taş atan çocukların sıkılı yumruklarından 10 Ekim’de Ankara Garı olur O An “nereye gider / paramparça gar / -feryat figan- /”
Umutlu Yüreklerin Kıpırtısı
Nazım Akarsu ilk şiir kitabında Bir Tufandır Umut demişti. İkinci kitabıyla yeniden umut diyor ve Umutlu Yüreklerin Kıpırtısı’yla okurlarına sesleniyor. Umut kimi zaman devrim oluyor dizelerinde, “Devrim / umutlu şarkısıdır yüreğimizin” kimi zaman yüreği oluyor şairin umut, “Bazen de bir dolu umut oluyordu / yüreği”.
“Kırık dallara / umut aşıladım yine de” der, umudu göremeyenlere “Mavi umutlar / durur orada öylece” bak ve gör der “gülümseyen maviyi” bahar kokulu umutları müjdeler. Her türden umutsuzluğa karşı, umut insanda der, “Ama bir yerlerde ışıyan / bir kor parçasına / üfleyen / insan”
Şaire, “Neden şiir?” diye sorulduğunda, “Çünkü yüreğim dolup taştığında, içim de bir şeyler çağıldadığında, duygularımın, düşüncelerimin akacağı bir kanal olması gerekiyordu.” diyor ve ekliyor: “Çünkü şiir yaşamın kendisidir, aşkla, kavgayla, doğa ve insan sevgisiyle yoğrulmuş yaşam da bir şiirdir.” Ve “Apansız bastırır şiir / şiir dağıtır külrengi hasretleri” diye ekliyor.
Umudu, “gülümseyen maviyi”, “o eşsiz çiçeği” arayan şairin yürek kıpırtısıyla birlikte bir arayışa ne dersiniz. “Sana hasretimi taşıyan / kollarım çalındı benden” diyen şairin kolları olan şiirlerine yolculuğa…
Hasat Zamanı
Yazı yazmaya “sevgili günlük” diye başlayan günce tutarak başladım. Çocukluk ile gençlik arası o yıllar yaşamı, kendinizi, aşkı-sevgiyi, çevrenizde gelişen olayları anlama çabasının en yoğun olduğu dönemdir. Sistemli değildir yazılarınız. Çalakalemdir çoğu zaman. Sevinir yazarsınız, üzülür yazarsınız, âşık olur yazarsınız. Hatta bazen inat eder, kendinizi disipline etmek ister, her gün yaşadığınız günün ayrıntılarını yazarsınız. Ama bir süre sonra vazgeçersiniz, çünkü günlük hayat sıkıcıdır. Hele de o yaşlarda ve küçük bir kentteyseniz. Birbirini tekrar eden günlerin neyi anlatılır ki der vazgeçersiniz yazmaktan. Kendinize yeni konular ararsınız. Okuduğunuz kitapları anlatmaya başlarsınız. İzlediğiniz filmleri… Görüşleriniz oluşmaya başlar, kendinize, yaşama ve geleceğe dair. “Neden kadınlar her yerde horlanıyor” diye sorarsınız. Neden insanlar açlık yoksulluk içinde yaşamak zorunda, diye düşünmeye başlarsınız. Her birimiz geriye dönüp günlüklerimize baktığımızda güleriz çocukça hallerimize ama yine de severiz o satırları. En önemlisi de şunu biliriz, bu çaba yazmayı öğrenme, yazı işçiliğini öğrenme isteğidir. Kendini ve çevreni yazı ile anlatma isteğidir. Yazar olursun ya da olmazsın, önemli olan bu değildir. Önemli olan sana ait birkaç satır bırakmaktır anılarını kalıcılaştırmak için.
Hasat Zamanı’nda günceler bulacaksınız ama bunlar “Sevgili Günlük” diye başlayan günceler değil. Gençliğin sorgulamaları da değil. Mücadele ile geçmiş yılların değişik zamanlarda yaşanmış, en etkili anlarıyla ilgili tutulmuş günlükler. Tutsaklık yılları, grevler, Gezi ayaklanması…. Ben de oradaydım diye tarihe not düşme çabasının ve olayları içerden anlatmanın dayanılmaz isteği… İsteğin itici gücü de kim bilir belki de hafızanın unutmakla ilgili sorununa karşı bir direniş.
Yazmayı sevmek… yazarken rahatlamak… yazarken düşünmek… yazarken görüşlerine şekil vermek… Düzene sokmak aklını belki de…
Mahpusluk başka bir değer katar yazma isteğinize. Zorlayıcı olur, çünkü başka bir seçeneğiniz yoktur. Dostlarınızı, sevdiklerinizi özlersiniz mektup yazarsınız, gönderilmiş ya da gönderilmemiş. Aşk ve sevda sığmaz olur dört duvar arasına şiir yazarken bulursunuz kendinizi daha önce hiç yazmamış bile olsanız. Dünyayı, olayları TV ekranından, gazeteden takip edersiniz, kendi kendinizle konuşsanız deli derler diye, oturur yazarsınız ne düşündüğünüzü. Hatta laf aramızda kalem tutmaktan, kalem işçiliğinden uzanırsınız. Bir bilgisayarınızın olmasını ve hızlı hızlı yazmayı istersiniz. Ama yasaktır. Tüm bunlardan dolayı her tutsak biraz şair, biraz yazar, biraz teorisyendir. Kimisi de çizer ve ressam. En çok onlara özenmişimdir Cin Ali’den başka bir şey çizemeyecek olan biri olarak. Bir de yanık türküler söyleyen dostlara.
Hasat Zamanı dört bölümden oluşuyor. Birinci bölüm, Estetik ve Sanat başlığı altında Güzel-Olan ile Çirkin-Olan, Yüce-Olan ile Aşağı-Olan, Trajik-Olan ile Komik-Olan üzerine duruyor. “Gerçekliğin insanlar tarafından estetik özümlenmesinin bilimi” bize “insanın çevresinde yatan, insanın pratik etkinliği içinde yarattığı ve gerçekliği yansıtan sanatta saptanabilen tüm estetik değerlerin zenginliğini” sunuyor. İkinci bölüm, Edebiyat, Sinema ve Müzik Üzerine yazdığım yazılardan oluşuyor. Üçüncü bölüm Günceler, dördüncü bölüm ise Ütopyalar ve Gerçekler başlığını taşıyor. Yazılar tarih sırasına göre değil içeriğine göre bu dört bölümden birine alındı. Çok çeşitli konular üzerine yazılan yazıları bölümlere ayırarak konu bütünlüğü sağlamanın daha iyi olacağını düşündüğümüz için bu yöntemi denedik.
Marx İstanbul’da
201.yaşını bir tiyatro oyunu ile kutlamak isteyen Tiyatroevi, Hamit Demir’in güzel oyunculuğu ve makyaja ihtiyaç duymayan benzerliği ile Marx’ı İstanbul’a davet etmişler. Biz de gittik doğum günü partisi için. Howard Zinn’in 1999’da yazdığı oyun Semih Çelenk tarafından “Marx İstanbul’da” adıyla uyarlanmış. Öldükten sonra hakkında yapılan spekülasyonlara, fikirlerinin yanlış anlaşılmasına dayanamayan Marx, kısa süreliğine öte dünyadan bizim dünyamıza geliyor. O Soho’ya gitmek için dilekçe vermesine rağmen, Beyoğlu’nda bulunan eğlence kulübü Soho’ya gönderiliyor.
Marx, Beyoğlu’nda elinde müzik aleti ile bir sokak müzisyenidir. Çok kısa bir zamanı vardır. Bu kısa zamanda bize hem kendini anlatmak hem de yeni geldiği ülke olan Türkiye’de yaşananları anlamak zorundadır. “Ben Marksist değilim” diyerek başlıyor söze ve kendi hakkında yürütülen tartışmalara şaşırdığını ve ne kadar çok yanlış anlaşıldığını ekliyor sözlerine. Ve tek tek cevap vermeye çalışıyor. Geçmişe gidiyor. Jenny ve çocukları ile yaşadığı günlerin anılarına… Engels ile kadim dostluklarına, yoldaşlıklarına… Komünist Liga günlerine… Proudhon, Bakunin ve diğerleri ile yaptığı polemiklere… Sürgünlere… Büyük eseri Kapital’in yaratım sürecine… Ama geçmişte kalmıyor Marx, bize kendi gerçeğimizi, kapitalizmin bugününü de eleştirel olarak sunuyor. Biraz da dalga geçiyor bugün ile… “Aynen” diyerek… Dünyayı anlama ve kavrama uğraşında bize hep yol gösteren Marx ile İstanbul’da buluşmak ve ona yeni sorular sormak isterseniz, bu oyunu mutlaka izleyin deriz.
Marx’ın yaka cebinde olan kırmızı mendil ise sürpriz yapmak için bekliyor olacak sizi. Ben izlerken, merakla mendilin oyuna nasıl dahil olacağını beklemeye başladım. Bir hikayesi vardı mutlaka! Sürpriz oyunun sonuna saklanmıştı. Rodrigo’nun gitar konçertosu eşliğinde mendil cepten çıkarıldı, sahnenin ortasında olan müzik aletinin üzerine bırakıldı. Sahne ışıkları kırmızı mendile odaklandı müzik eşliğinde. Mayıs’ın üç gülünü, Deniz, Yusuf, Hüseyin’i selamlayarak bitti oyun. Marx’ın doğum günü ile Denizlerin idamı arasında kurulan bu köprü, 5 Mayıs’ın 6 Mayıs’a bu şekilde bağlanması duygularımı nasıl etkiledi anlatamam. Bir kez de bu kurulan köprü için tebrik ediyorum oyunun tüm emekçilerini.
Herkese iyi seyirler diliyorum.
Önsöz Dergisi
41.Sayı