Yabancılaşmaya Karşı Beyin Egzersizleri
Bu başlığı okuyan herkes “çok normal, herkesin gizli anlaşmaları vardır” diyebilir. Doğal olarak her birimiz yaşantımızda, seçimlerimizde, davranış ve üretimlerimizde birtakım dengeleri gözetiriz. Belirli yerlere giderken belirli şeyler giyeriz, herkesle konuşma biçimimiz birebir aynı değildir. Olumlu intiba bırakmak istediğimiz durumlarda kendimize çeki düzen veririz, hazırlık yaparız, söyleyeceklerimizi gözden geçirir hatta prova yapar, bazı şeyleri kendimize saklarız vb. Sanatçıların da tutumlarında olan bitenlerden, dış yaşamdan, politik durumdan etkilenmesi ve hatta ona göre kendisine çekidüzen vermesi, ona göre davranması bu koşullarda olağan bir durum. Bir fark var ki, onların etki alanları, ürettiklerinin ve söylediklerinin insanlar üzerinde yarattığı dönüşüm de bu dönüşümün sorumluluğu da elbette daha fazla. Onların bu kredilerini kendi gücüne güç katmak için kullanmak isteyenlerin olması da “normal” …
Anlaşmalar, ayak uydurmalar, yeni oluşan duruma göre yeniden şekil vermeler, yeni anlaşmalar… Bu “normal” sarmal böyle akar gider. Sanatçı ya da herhangi biri bu sarmalın içinde olup bitenlere şekil verir ve şekil alır.
Bu sayıdaki egzersizimizde sanatçıların gizli anlaşmalarının üzerine kafa yoracağız. Toplumun tüm kesimleri için kimi zaman “mahalle baskısı” kimi zaman “zamana ayak uydurma” kimi zaman “süperego” denilen zorunluluklar… Sadece ifadelerimizle değil giyim kuşamımızla, tavırlarımızla yarattıklarımız. Sınamalar, süzmeler, beyan etmeler, motive etmeler, zorlamalar… Trollerin herkesi ama herkesi bir şeyler söylemeye zorlama, söyledikleriyle linç etmeye sınırsız ve sorgusuz hakları, daha da önemlisi bu baskıların şekil verdiği, dönüştürdüğü bir yaşayış biçimi var. Her biri ajanlaşmış iktidar taraflarının linçine uğramak için bir şey söylemeniz değil bir şey söylememiş olmanız da yeterli.
Zaman zaman sanatçıların bazı konularda fikir beyan etmeleri beklenir ve hatta beklenen konuda yaptığı açıklamanın işe yararlığına göre kapıları açılır ya da kapanır. Bu beyan küçük bir grubun çıkarı için de olabilir toplumun genel çıkarı için de. Bütün bu kıran kırana rekabet hepimizin gözleri önünde gerçekleşirken sanatçının yaşamında, sözlerinde ve sanatında “gizli” bir anlaşmaya göre şekillenmeler oluşur. Eser ortaya çıktığında, ya da apaçık ayan olduğunda her iki taraftan da tepkiler yükselir ve bu tepkiler de sanatçının tarafını ispat etme halidir.
Elinde bulundurduğu ekonomik ve politik güç sayesinde tüm hakları elinde bulunduran tarafın “rıza üretmeyi” yani yoksunluk ve zorluklara razı etmeyi ancak zor yoluyla yürüttüğünü görüyoruz. Emeğin ve sermayenin taraflarının ortaya her bir taş atıldığında ikiye yarılması her an şahit olduklarımızdan. Yoksa sokak köpekleri öldürülsün mü öldürülmesin mi raddesine düşmüş bir tartışma hayal bile edilemezdi. Toplumsal üretimin eşitsiz bir biçimde ikiye bölündüğü bu durumda, bölen taraf kendi tarafına her geçen gün daha büyük bir miktarı aktarırken geri kalanları öyle ya da böyle bastırmak, korkutmak, sindirmek ya da dikkatini dağıtmak zorunda. Güzellikle olmayacaksa zorla… En zengin %20, toplumsal birikimin %50’sine el koyarken en fakir %20 sadece %6 pay alıyor. Fakir olan kesimin “yokluk” sınırına ulaşmak için bile aşması gereken eksi borç hanesi var. Bu akıldışı durumu dikkatlerden kaçırmak için konuyu sürekli değiştirmek şart! Kapitalizmin ömrü kitleleri oyalama süresine bağlı ve bunun için ayırdığı dudak uçuklatan milyarlar böyle bir ölüm kalım meselesinde hiç de önemli değil.
Asgari ücrete tek kuruş zam gelmemiş, bir akşam Instagram kapatılır. Emekliler sokaklarda kalmış, bir sabah hayvan hakları adı altında katliam yasaları çıkartılır. İş cinayetleri “çocuk işçileri” de içine alan bir katliamlar zinciri haline gelmiş, sokak röportajında Instagram’ın kapatılmasına tepki gösteren kadın tutuklanır. RTÜK açıklamayı geciktirmez, “sokak röportajlarına çeki düzen vereceğiz!” Sokak röportajları sırasında kenara çekilenler, gözaltına alınanlar birden artar. Kafamızı nereye çevireceğimizi şaşıracağımız kadar çok olay, çok konu, öze gelmek için ciddi bir irade lazım.
Yine de isyanlar, tepkiler durmuyor. İzmir yangınında bir vatandaş yanındakilerle birlikte çığlık çığlığa, “bir yangını söndüremiyorlarsa yıkılsın bu belediye, yıkılsın bu devlet. Beni de alsınlar içeri tıksınlar” diyor kameralara. Kâh hayvanların katledilmesi ile ilgili insanlığımız sınanırken, kâh şehir ortasında iki insanın elektriğe kapılıp herkesin gözü önünde can vermesini izlemek zorunda kalırken, kâh orman yangınlarında kaybettiklerimize içimiz kıyılırken dişimiz, yumruğumuz sıkılı, içimizin ta derinlerinde insanlığımız çığlık atıyor. Tarım emekçileri yirmiden fazla ilde sokaklara çıkmış yolları kesiyor, emeklerini yerlere atıyorlar. İşçiler her yerde kara listelere aldırmadan işyerlerinin önüne çıkıp eylemlerine başlayıveriyorlar. Aynı gün, ülkenin her yerinde, irili ufaklı onlarca eylem sokaklara dökülüyor.
Bütün bunlar ve daha fazlası akıp giderken yazımızın konusu sanatçıların en “normalleri” hiçbir şeye karışmadan, üzerlerine su sıçratmadan derenin taşlarından atlaya atlaya karşıya geçmeye çalışıyorlar. Tıpkı “en duyarlı” gazetecilerin, televizyoncuların her gün bunca haberi atlayıp kiminin saçının, kiminin yüzüğünün, saatinin verdiği mesajı saatlerce tartışmaları gibi. Kaçacak yer arayan çok ama kaçacak yerin de bir bedeli var. Egemenlerin önünde diz çökenleri, eğilip ellerini öpenleri, onlara aşklarını ilan edenleri ve onların söyleme niyetini okuyup sözcüsü olanlarına kadar uzayıp gider bu kaçışlar.
Karikatür dergilerinin çizgilerini sakınmak zorunda kaldığı, komedyenlerin taklit yapamadığı, katılaşmış ideolojik sınırlar dışında bir fikri savunan bir filmin bile çekilemediği, şarkı sözlerinin şarkıcıların didik didik edildiğini görüp de kendine çeki düzen vermemek mümkün mü? Sanat dünyasında da hayatta kalmanın kuralları var. Sanatçının yetişmesi de sanat üretimi de zahmetli ve pahalı bir iş. Bir yerden bir kaynak bulmak zorundasın. Bu kaynak dar gelirli emekçilerin desteklerini saymazsak genelde ana kaynağı bir dizgin gibi elinde bulunduranlardan başkası değildir.
Birçok sanatçı çok da sakıncalı olmayan, “çok da” ilkelerinden taviz vermeden ana kaynaktan beslenerek daha geniş bir kesime ulaşmanın yollarını arıyor. Kendi filmini yapmak isteyen sinemacı bir genç anlatıyor, “İçinde kadına şiddet, azınlık, eşcinsel olsun, insan haklarıyla ilgili bir şey olsun, hele bir de Rusya’ya, Küba’ya, Kuzey Kore’ye birkaç söz atsın Netflix’in hemen kabul edeceği bir orijinal dizi senaryosu yazacak bir ekip toplayabilirim. Bir yılda bunu tamamlar, satar, sonra istediğim toplumcu filmi çekebilirim dahası tanıtabilirim.” Neden izlediklerimiz hep birbirine benziyor diye düşünüyoruz değil mi biz de… Buradaki gencin bu alışverişte kendi değişimini de hesaba katmaması ne trajik. Ne çok aydın, sanatçı bu tür gizli anlaşmaların, fon arayışının karanlık sokaklarında kaybolup gitti.
Sanatçının sadece ekonomik kaynağı ile değil aynı zamanda ürettiği sanatı tüketenlerle de bir anlaşması var. Bir şarkıcının sahne kıyafeti ya da gösterisi de kliplerin ya da filmlerin cinsel abartılarla doldurulması da yaratılmış talebe, anlaşmaya uygun. Gündemde kalmak için ortaya atılan sansasyonel sözler, davranışlar, ilişkiler kültürel alt seviyeye mahkûm edilmiş milyonlar için yorgun akşamların eğlencesi. Eğer sanatçının entelektüel seviyesi yüksek bir takipçi kitlesi varsa bu sefer her söylediği-söylemediği, kimin yanında durduğu, hangi fotoğraf karesine girdiği, bir toplumsal olaya destek verip vermediği gibi her davranışı onu takip eden kitleyle ilişkisini boşanma aşamasına getirebilir. Nice aydın, sanatçıya sırtını dönmüş ya da onu baş tacı etmiştir emekçiler. Ahmet Kaya’ya çatal bıçak atanlar da ona siper olanlar da, saray davetine gidenler, gitmeyenler, Gezi’ye katılanlar katılmayanlar da… Tüm bu olan bitenlerin içinde dengelerin sürekli yer değiştirdiği bir ortamda duyargaları gelişmiş tüm kesimler her şeyi süzgeçten geçiriyorlar. Ne uzun ak ve kara listelerimiz var.
Şarkıcı Ceylan Ertem, sosyal medya hesabından Kurban Bayramı’yla ilgili “Keşke hayvanlar öldürülmese. Can almadan bayram mümkün.” dediği için trol ordusu tarafından linç ediliyor. Merih Demiral bozkurt işareti yaptığı için alkışlanıyor ya da siliniyor. Şevval Sam, “Bodrum’un en sevdiğim tarafı sınıf farkı çok daha az” diyerek yoksulları görmüyor olmaktan duyduğu memnuniyeti dışa vuruyor. Kısa sürede turizm işçilerinden mesajlar yağıyor. “Sizin içtiğiniz şaraba biz bir ay çalışıyoruz, siz sarhoşluğunuzdan bizi görmüyorsunuz.” diyorlar. Şevval Sam’ın takipçileri düşüyor, yanlış anlaşılmaktan çok üzülüyor, tekzip yayınlıyor. Muğla’da Pınar Gültekin’in öldürülmesi üzerine Demet Akalın, Twitter hesabı üzerinden “O kadar iri ve uzun bir kızı nasıl sığdırdın varile? Beton dökmek ne ya!” mesajı başka bir tepkiyi harekete geçiriyor. O bile yarım yamalak bir özür dilemek zorunda kalıyor. Sokak hayvanlarının öldürülmesine karşı, 158 yazar ve sanatçı yasa tasarısına karşı imza toplarken “Sokaklarda güvende olmak isteyen” başka bir grup yasa için imza topluyor. Kayseri’de Suriyeli sığınmacılara saldırılar, evlerini yakmalar İngiltere’deki kadar ırkçılığa karşı bir ayaklanma yaratmasa da ciddi bir hesaplaşma ve bloklaşma yaratıyor. İki taraf da birbirini eğitiyor, etkiliyor…
Örnekler bitmeyecek. Ölçüler kime göre, neye göre… Sınıflar savaşımı insanlaşma savaşımıyla adım adım birlikte gidiyor. Bütün bunlara bir çeki düzen veren var. Her adımda kafa kafaya geliyoruz. O da haklı, o da diyecek bir durum yok.
Özcesi, sanatçı, aydın, gazeteci, araştırmacı ya da akademisyen gelişmek, üretmek ve ürettiğini topluma ulaştırmak için bir yere bağlıysa, örgütsüz ve yalnızsa o bağa göre hareket etmesi kaçınılmaz. Sınırları, kırmızı çizgileri ekonominin dizginleri belirliyor.
İnsanın kapitale bağlılığını bitirmeden bu tartışmanın bitmesi düşünülemez. Sıradan gazetelerin köşe yazılarında bile bu tartışmanın orasından burasından tutulduğunu görüyoruz. Aydınların, sanatçıların yazabildikleri, çizebildikleri, söyleyebildikleri, oynayabildikleri bizim ufkumuzu belirliyorsa bir küçük azınlığın toplumu oyalama çıkarlarına göre çekiştirip durduğu bir ufuk, burnumuzun ucundan daha öteye gitmiyor diye şikâyet edemeyiz.
Sinek vızıltısı gibi ortaya dökülen yabancılaşmaya, yozlaşmaya, çürümeye sızlanıp duranlardan olmamanın tek antidotu da cüret olsa gerek.
Önsöz Dergisi
54. Sayı