Çok yorgun ve uykusuz geçen günlerin ardından elindeki işlerin tümünü bitirmiş olmanın verdiği huzurla eve dönüp deliksiz bir uyku çekebilmeyi hiç başaramadım. Yorucu bir dönemin bitişinde rahatlayamadım, uyuyamadım, yerimde oturup yaptığımız işi keyifle izleyemedim. Teslim ettiğim her projede yaşadığım şey buydu, belgesel de durum aynıydı. O kadar aynıydı ki hakkında o kadar çok şey yazabilecekken elim bir türlü tuşlara gitmedi. Bir yıllık bir üretim sürecinin hangi kısmını anlatırsam anlatayım boşa düşecekmiş gibi, yanlış anlaşılacakmış gibi, şikâyet edecekmişim gibi gelecekti. Günün sonunda ben de bunların hepsinden biraz biraz yapmaya karar verdim. Anlatacaklarım yalnızca bende kalan “bizim” hikayemiz.
Bu zamana kadar birçok sanat dalında yolculuk ettiğim oldu. Müzikle, ebruyla, seramikle, fotoğrafla biraz; grafik roman ve de resimle çok. Şimdilerde video girdi dünyama. Biraz pata küte, biraz bana kalarak… Zordu, zorunluluktu, kabulüm oldu. Birtakım programları birtakım yöntemlerle öğrenmeye çalışarak, biraz örnek peşinde koşarak, biraz yeni bir yol arayışıyla geçti bir süre. Üç, beş, on, otuz, kırk dakikalık işler çıktı ilk başta acemice. Sonra bir saatlik bir belgesel denemesi yapıldı. Vefa’nın hazırlığı olmasaydı belki o da çok etkili olmayacaktı. Ekibin hazırlığı üretilen işi çok etkiledi. Benimki sadece işe biraz şekil vermeydi. O acemice iş bile çok heyecanlandırmıştı beni. Sadece jeneriği yapmak bile birkaç günümü alsa da bütünü içime sinmişti o zamanlar.
Her videonun yapımından önce karar mekanizmasının bir parçası oldum. “Bunu yapabiliriz”, “yapsak çok güzel olur”, “haydi yapalım” arasında bir yerlerde gezindim. Bu sefer bir belgesel işi damdan düşer gibi geldi bize. Sözlü anlatımlarla çalışmayı başlatanlar döneminin insanlarıydı, biz de bu çalışmanın bir parçası olmayı denedik ilk önce. Tartışmalar, ayarlamalar, konuşmalar bir yere bağlanamadı. Sonunda bize kalan, neredeyse yarım asırlık bir zaman diliminin röportaj çekimleri oldu. Anlatılanlar, tanık olduklarımız ve okuduklarımız çok yüklü ve karmaşıktı. Bu kadar saatlik çekimden geriye izleyiciye ne kalacak, kalanlar nasıl sunulacak, tam bir muammaydı. Muammalar deryasına daldık dört kişi; üç kuşak kadın ve aramızda kalan bir erkek. Kadınların baskısından değil belki ama hayatın karmaşıklığından, erkek yoldaşımız fiziken sürece çok dahil olamadı, meydan biz kadınlara kaldı. Hararetli tartışmalar, uzun ve uykusuz geceler, sonsuz revizyonlar üç kuşak kadının günlük rutini haline geldi.
Sonuçta ses nasıl kaydedilir, metin nasıl yazılır, kurgu nasıl yapılır; asgari düzeyde biliyorduk. Ama bu yaptığımız diğer işlere hiç benzemiyordu. Çok zaman alıyordu. Çok parçalıydı. Çok detayı vardı. Çok kalem işti. Çok insana ulaşıldı ama tamamen gönüllü üretilen bir iş olduğu için birilerinin bilgisi ve emeğinden sürekli yararlanmak neredeyse imkansızdı. Biz de çok kalem işi teker teker öğrenerek ve deneyerek ilerledik.
Bir kronolojik olay örgüsü çıkardık. Bunun için Ergun’un tüm kayıtlarını -yaklaşık dört yüz dakika- baştan sona izledik, onlardan olay örgüsü dahilinde olanları bir kenara ayırdık. Ayırdıklarımızı kaba bir kurgu haline getirdik. Aralarda atlanılan, eksik bırakılan, bizim bahsetmek istediğimiz konuları ayıkladık. Sürekli bir arşiv taraması halindeydik. Yapılan belgeselleri izliyor, fotoğraflara bakıyor, gazete kupürlerini tarıyor, politik metinleri karıştırıyorduk. Arşiv taramasını alan en deneyimlimiz, en eski kuşaktan, ‘80 dönemine bir fiil içinde tanıktık etmiş yoldaşımızdı. Haliyle belli bir hakimiyeti de vardı. Bu bilgi birikimi bile çoğu noktada yetersiz kaldı, o da bunu uykusuz gecelerle tamamladı. Yaklaşık bin sayfalık bir pdf doküman birikti elimizde. Ben onları ekranda hızlı tarayabiliyor, ihtiyacım olanları oradan hızlıca çekebiliyordum. Yeni ve eski çatışması ilk burada yaşandı. Benim ekrandan taramalarım ona yetersiz geldi, onun bin sayfayı çıktı alarak üzerinde çalışması bana gereksiz… Sonunda nasıl rahat çalışıyorsa öyle yaptı. Bin sayfalık çıktı dolaştı yanımızda bir süre.
Kaba bir kurgu yapmıştım ama bu sadece benim kafamda şekillenebiliyordu. Ergun’un görüntülerinin art arda konulması onlar için çok bir anlam ifade etmedi. Bu muydu hepsi? Elbette değildi, ama bir başlangıçtı kurgu için. Yeterince üzerine çalışmadığım, yetersiz olduğum, yetiştiremeyeceğim fikri peşimizi son ana kadar bırakmadı. Neyse ki her birimiz stres altında da çalışmaya devam edebilen insanlardık. Tartışmalara rağmen sürekli ilerleme halini koruyabildik.
Arşiv taramasından gelen bilgiler, orta kuşakta anı anlatımlarıyla birleşti. 68’in insanlarının tarih kitaplarından okuyamadığımız küçük insan hikayelerini sayısız anı kitaplardan topladık. Erikler Çiçek Açınca, Gülünün Solduğu Akşam, Gülay Ünüvar kitabı, Mahir ve Deniz kitapları ve daha nicesi 90’lı yıllardan bugüne mücadelenin içinde olan diğer yoldaşımız tarafından tarandı. Okuduğu birçok kitabı tekrar okudu, kırmızı defterine notlar aldı. Dijital çağa çok uzak değildi ama onun da tercihi kâğıttan, kalemden, defter tutmaktan yanaydı. Defterin her bir sayfası okuduğu hikayelerin, düşündüğü politik bağlantıların, zaman zaman aklına gelen kurgu biçimlerin notlarıyla doluydu. Onun okuduğu hikayeler, alanından da kaynaklı bizi hep daha duygusal, daha insan odaklı bir bakışa yönlendirdi. Her bir devrimcinin hayatına göz gezdirmek, yaşadıklarının tanığı olmak kolay iş değildi. Sinan, soğuk bir kış günü bir yaşını bile doldurmamış çocuğunu bırakıp Nurhak’a doğru yol alırken kalkıp Sinan’a “Yoldaş kusura bakma, yarattığınız şey kişilerin de üstünde, o yüzden bu detayı atlıyoruz.” diyemedik. Ama dediğimiz çok yoldaş oldu. Sehpaya giden Deniz’in “eyvallah”ını, kamulaştırılan paranın tek kuruşuna dokunmamak için evdeki bebeğin altına bez niyetine serilen çarşafları, sokak ortasında vurulup düşenlerin hayatlarını bir kenara bıraktık. Her hikâyede mutlaka almalıyız diye baktığımız birçok şeyi, yaratılanın öne çıkması için, arkaya ittik. Bu bir tercihti ve bu tercihte benim zorlamalarımın, itirazlarımın, tartışmalarımın rolü büyüktü. Yoldaşların onlarca sayfa okuyarak, saatler süren videoları izleyerek bulup getirdiği bilgilere “gerek yok” deyip metne de kurguya da dahil etmememize neden olan bendim. Duyguları arkada daha rahat bırakabilen, daha çok teknik işlere odaklı, yaş her ne kadar otuza yaklaşsa da en gençleri, mücadele içindeki zaman her ne kadar az buz bir zaman değilse de en az tecrübeli olan bendim neden. Adını daha önce hiç duymadığınız her bir devrimcinin hikayesi bugün devrimci olan herkese bir ders niyetine tokat gibiydi, nefes aldığımız her anın sorgulanması için bir nedendi, ama bunların çoğunu bir kenara itmek gerekliydi. Elli yıllık mücadele tarihinin başlangıcı Kopuş’u anlatacak yüz dakikaya, en etkili kurşunlarımızı atmalıydık. Görevimiz tam da buydu. Her hikâye anlatılmaya başladığında “gerek yok” diyerek cephaneyi sağlama almaya çalıştım. Zaman azdı. Elde çok şey vardı. O yüzden en başından müdahale ettim. Bazen kötü, bazen sert, bazen gereksiz çıkışlarla belki. Ne yaptıysam biraz Kopuş içindi, biraz izleyiciler için.
Elimizde bine yakın görsel, ondan fazla müzik, ses kayıtları, saatler süren röportaj videoları vardı. Bunların yerlerini ayarlamak o kadar da zor olmadı. En zoru bir zincir gibi devam etmesi gereken bütünleştirme işiydi. Birkaç saniyede bir değişen görüntüler, bir dakika bile dolmadan değişen fon müzikler ve bunların geçişleri bizi en çok meşgul eden şeydi. Birkaç saniyelik bir görüntü için üç ile altı arası değişen görsel katmanlar, her birine uygulanan efektler, renk ayarı katmanları, görsel yer ve hareket komutları, önceki ve sonraki sahne arasındaki geçiş ayarı, arkada çalan fon müzik ile dış ses ayarları, onların geçişleri, inişleri, çıkışları… Aralarda kullandığımız animasyonlar için öğrendiğim program, saniyelik animasyonlar için günlerce uğraşmam, çıktısını* alırken mavi ekranda gördüğüm 🙁 suratlar**… Teknik bir iki mesele gibi gelen her şey sıradan bir insanı depresyona sürüklemeye yeterdi. Neyse ki bu çıkışsızlık hissi birkaç litre kahve yardımıyla kayboluyordu. Neyse ki ince ince dokunan bu belgeselin her saniyesinde onu yaparkenki halimi görmeyeceklerdi. Saç baş dağınık, kambur bir şekilde gömüldüğüm on beş inçlik ekranın karşısında düştüğüm durumdan kimsenin haberi olmayacaktı. İzleyiciler yumuşak koltuklarda belgeselde neresi eksik neresi fazla diye düşünmekle yetineceklerdi. Yakın çevremizden gelen itiraflar da bu düşünceyi doğrulayacaktı. Objektif bir göz gibi eksik aradık, diyecekler, keyifle belgeselin kritiğini yapacaklardı.
Bir yandan bu teknik “detaylar” can sıkmaya devam ederken bir yandan da ilk gösterim için yer ayarlamaya çalışıldı. Verdiğimiz dilekçelere ret cevapları, bazılarının cevapsızlıkları, sonsuz telefon trafiği, sonsuz “bize dönüş yapacaktınız ama dönmediniz”ler, kabul aldığımız salonun sözleşmesini imzaladıktan bir gün sonra havalandırma hattında çıkan yangın, tekrar dilekçe, tekrar takip, tekrar belediye, kaymakamlık, emniyet ziyaretleri, bunlara ek bir sürü işin gücün arasında belgeselin hala bitmemiş olduğunun haberini alan yoldaşların “ne zaman bitecek”, “yüzde kaçı bitti”, “gösterimi erteledikçe hevesimiz de kaçtı” yorumları… Bu sürecin sonunda daha sinirli, daha gergin bir insan haline gelmem Kopuş’un bana mirasıydı. Bu ruh halinden de bir kopuş yaşamam dileğiyle girecektim 9 Kasım’da Nâzım’ın*** salonuna.
Bu işlerle uğraşanlar da bilir, yasaklamalar gösterimden birkaç saat önce gelir, malzemeler bir yerlerde unutulur, ayarlarda sorun çıkar, teknik bir aksaklık işin ortasında yaşanır. Gösterim başlamadan saatler öncesinde her bir kötü senaryoyu düşünerek gittim Şişli’ye. Olası problemler ve olası çözümler aklımı belgesele kimlerin geleceğinden daha çok meşgul ediyordu. Bir yandan da ortalama bir sayıyla dolduracağımızı düşünüyordum salonu. Üç yüzden biraz daha fazla kişiyi alabilecek bir salona ilk gittiğimizde birer ikişer insanlar geldi. Sonra gruplar halinde gelenler oldu. Gösterim başlamadan hemen öncesine kadar, hatta sonrasında da gelenler oldu. Açılış konuşmasını yapmak için sahneye çıktım, bir iki cümleden sonra önde boş gördüğüm bir yere oturdum.
Ve gösterim başladı. Her bir sahnesini ve repliğini ezbere bildiğim belgeseli izlerken bir şeye odaklanmakta çok zorluk çektim. On dakika kadar sonra ses biraz düşük gelince izleyiciler arasından sessizce yürüdüm ve reji katına çıktım. Sesi biraz daha yükselttim. Bir yandan da gözüm ekrandaydı. Salona geçtim tekrar. Oturamadım yerimde. En arkada ayakta duvara yaslanarak izlemeye çalıştım. Olmadı. Ekrandan çok izleyenleri izledim. Herkesi karanlık salonda arkadan görünce anladım gelenlerin sayısını. Herkes oturmuş dikkatlice izliyordu belgeseli. Sanırım ilk o zaman ayırdına varabildim gösterimin; son bir yılda ne yaptığımızın, ne için uğraştığımızın, neden tartıştığımızın, neden sabahladığımızın, neden bazı şeyleri erteleyip bazılarına öncelik verdiğimizin… Bir işi tamamlamış olma hissini tam olmasa da biraz yaşadığım ilk andı belki de. Gösterim bitince ekip olarak sahneye çıktık. Biz üç kuşak kadın, kamera çekimlerimizi yapan Hakan ve anlatıcımız Ergun. Hakan ve Ergun belgeselin tamamını ilk defa o gün orada izlediler. İkisinin de ayrı ayrı bana dönüp “muhteşem olmuş” demesi belki onların biraz mutluluğundan biraz şaşkınlıklarındandı. Ama yorumları sanırım biraz da gerçeklik barındırıyordu. Gösterim sonrasında aldığımız diğer yorumlar da itiraf etmek gerekirse onlarınki kadar beklenmedikti benim için. Sonuçta emek vermişiz, o kadar uğraşmışız, elbette insanlar “elinize sağlık, güzel olmuş” diyeceklerdi sonra da “ama” ile başlayan cümleler kuracaklardı. “Ama” gelen yorumlar bunun da ötesine geçti. İnsanların gözlerinden anlayabiliyordum. Evet, yorumları oldu herkesin “ama” hepsinin ötesinde çok beğendiler. Ben yaptığım işi bu kadar beğenmemiştim. Belki biraz da o yüzden şaşırdım. Farklı siyasetlerden insanların da benzer güzellikte yorumları gelince biraz daha ikna oldum. İzleyicilerin bizzat kendileri, bundan sonra yapacağımız devam bölümleri için güzel bir başlangıç yaptığımıza ikna etti beni.
Bu zamana kadar sayısız çalışması yapılan 68 kuşağını hiç böyle izlememişti gelenler. Salondan ölen devrimcilere üzülerek ayrılmadılar, Deniz’i hiç böyle görmediler, THKO’ya ait bilgileri hiç bu kadar bir arada dinlemediler, Gülay’ın, İbrahim’in adını belki de ilk defa burada duydular, onların da Deniz’den, Mahir’den bir farkının olmadığını gördüler. Bu zamana kadar yapılan dönem belgesellerinin ruhundan ‘kopuş’a, gerçek 68’e, devrimci mücadelenin tarihini anlamaya bir adım yaklaştırabildiysek izleyenleri, ne mutlu bize.
* Video programlarında yapılan her çalışmanın bir video haline gelebilmesi için programdan videoyu ‘export’ etmeniz, yani çıktısını almanız gerekir. Bu işlem ortalama bir kurgu programında ortalama bir bilgisayarda 100dk için 6 ile 9 saat arası, animasyon programında ortalama 1 dakikalık bir video için 4 ile 6 saat kesintisiz sürüyordu.
** Windows’un çözemediği sorunlar sonucunda bilgisayar kilitlenir ve mavi ekran hatası verir. Bu gerçekleştiğinde ekranda mavi bir zemin üstünde karşınıza üzgün bir surat (☹) ve altında bilgisayarınızı yeniden başlatmanız gerektiğini söyleyen bir yazı çıkar.
*** Şişli Belediyesi Nâzım Hikmet Kültür Merkezi
Önsöz Dergisi
49.Sayı