Biraz Yenilik Uğruna

“Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya
Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
Evler, çocuklar, mezarlar çizerek dünyaya
Yitenler olduğu görülüyor
Bir türkü açtılar mı
Bıkıp kapatıyorlar
Geceye giriyor türküler ve ince şeyler.”

Gülten Akın

 

Hepimiz çok sıkıldık. Başta ekonomik buhran olmak üzere, bunun siyasal, sosyal, kültürel yaşama; aile, arkadaşlık, iş ilişkilerine ve duygusal ilişkilere yansıması, göğsümüze çökmüş bir öküz gibi adeta. Pek çok şeyden şikayetimiz var, bilhassa da cümle yasaktan. Ama biliyoruz ki, en çok da içine düştüğümüz monotonluk ve her günü bir önceki günden hiç de farklı kıl(a)mayan bu rutin sıkıyor canımızı.

Hayat da gömlek değil ki eskisini çıkarıp giyelim yenisini. Üstelik gömlekler de artık ateş pahası. Öyle eskisi gibi kafamıza esince “AVM’ye gittim, iki-üç yeni gömlek aldım” da diyemiyoruz. Bunu dediğimiz günler mazide kaldı. Bir zamanlar t-shirt, defter, kitap, bardak veya bardak altı ve daha pek çok gündelik eşya üzerine gözümüzün içine sokula sokula basılan ve satır başında kral tacının hiç eksik olmadığı “keep calm and go shopping” telkinleri de piyasada uzun zamandır beş para etmediği için tedavülden kaldırıldı. Kapitalizm artık klasik tarzda ve alışılmış argümanlarla rıza üretemiyor; bu da, toplumun aştığı her zorlu eşikten sonra sükunetini günden güne yitirip daha da fazla öfkelenmesine yol açıyor. Rahatlayalım diye gittiğimiz AVM’lerde en kıytırık eşyaya bile dünyanın parasını -kelimenin tam anlamıyla- bayılmak, bizi her defasında daha da derin bir buhrana sürüklüyor. Zamanla rutin halini alansa, ne yazık ki bu derin buhran oluyor…

Ama yine de… İçimizi kuşatan ve rutin haline gelmiş olan bu buhrandan vazgeçemiyoruz da. Nedeni ise, ekseriyetle her keskin dönemeçte yaşanan hayal kırıklıkları. Pek çoğumuza öyle geliyor ki, artık koca bir bilinmezin içindeyiz, aslında her ne kadar öyle olmasa da…

Yaşam çok değişti. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Bu yeni koşullara ayak uydurmaya gayret ederken, bozulan bir şeyler olduğunu da ayırt ediyoruz. Ve her şeyin daha da bozulmaması için, bir zamanlar rahatlıkla dile getirdiğimiz düşünceleri sessizce kendimize saklarken yakalıyoruz kendimizi. Yalnızca dünyanın seyircisi konumuna düşmekle de kalmıyoruz, ama zamanda kendimizin de seyircisi olmaya başlıyoruz. Bir süre sonra bu da keyif vermemeye başlıyor, boş veriyoruz her şeye, koyveriyoruz her şeyi…. El attığımız her işte, tıpkı bi memur gibi “bitse de gitsek” modundayız. Tabii ya, ne lüzumu var ki başında olduğumuz işlerin inceliklerini anlamak için vakit harcamaya… Nasıl olsa her şeye yabancılaşmışız… (Ama hayat “sıkılacak somun” değildir.)

Sanki daha iyisinin olmayacağına ikna olmuş gibiyiz ve haliyle bütün çabamız da daha kötüsüyle karşılaşmamak içinmiş gibi görünüyor. Ama hayat bize fikrimizi sormuyor ve çoğu zaman da ondan bize düşen şey amorti bile değil. Mevcut statükoya sarıldıkça görüyoruz ki o da ellerimizden kayıp gidiyor.

İnsan ilişkilerine baktığımızda, ya birine olan sevgimizi dile getirmekten imtina eder olduk ya da kızgınlığımızı… Korkuyoruz. Kaybetmekten, ya da kazanmaktan belki de… Çünkü mevcut alışkanlıklarımız iliklerimize kadar işledi, bu yüzden bizi alışkın olmadığımız sorumluluklar altına sokacak olan ve sonunu kestiremediğimiz adımları atmadan evvel çok defa düşünüyor, genellikle de bu adımları atmaktan kaçı(nı)yoruz…

Halbuki, her şeyin ilk adımla başladığını -tam olarak içselleştiremediysek de bunun böyle olduğunu muhtemelen- milyon defa duyduk.

Pek çok insan aynadaki suretinden bile korkar oldu, insan insanın yurdu bilmektense, “insan insanın kurdudur” masalına inandırıldı. Kimimiz az, kimimiz çok ama hepimiz inandık bu masala bir ölçüde. İyice ölçüp biçmeden ve olur olmaz her öküzün altında aradığımız buzağıyı ortamlarda satıyoruz “Bu gözlerden kaçar mı hiç?” cakasıyla. Oysa gözümüzün gördüğünü kulaklarımız duymaz oldu, kulaklarımızın duyduğunu dilimiz söylemiyor. Susuyoruz hep birlikte. En can alıcı meselelere dair ezberimizdeki hezeyanları şakımaktan başka söyleyecek lafımız ise kalmamış. Ne yazık..!

Göz teması kurmadan yapılan konuşmalara dair içten içe “n’olcak ya, böyle de olur” dedikçe, birbirimizin yüzüne bakamaz ve yüz yüze konuşamaz olduk. Bunun sonucunda, yüz yüze, göz göze görüşmelerin yerini sosyal medyanın içerikten yoksun emojileri aldı. Artık orada gülüyor, orada ağlıyor, orada sarılıyoruz birbirimize; birbirimizi orada seviyor, orada sövüyoruz yine birbirimize. Yine de içimizi kemiren bir şeyler olduğunu hissetmekten alıkoyamıyoruz kendimizi. Çünkü davulun sesi artık uzaktan hiç hoş gelmiyor. Eskaza elektrikler filan kesildiğinde, dünyamız başımıza yıkılıyor. Çünkü kolaya kaçtık hep ve hala da kolaya kaçıyoruz. Ama unuttuğumuz bir şey vardı. Kolayın her zaman için zorun alternatifi olmadığı…

Yine unutmamamız gereken ve hepsinden de önemli olan şeyi unuttuk. Bir şeyleri değiştirmek, düzeltmek ve yoluna koymak için insana güvenmekten, ona inanmaktan ve hayatın bizi yanıltmasına/yanlışlamasına izin vermekten başka seçeneğimizin olmadığı hakikatini… Bu durumda geriye dönüp baktığında bir arpa boyu yoldan fazlasını görebilenler epey azaldı.

Şimdi kime sorsak, herkes aynı şeyi söylüyor, “Hayat benim karşıma vicdanlı, dürüst ve ahlak sahibi birini çıkarmadı.” Ne demeli şimdi buna? bunu tümden reddederek kestirip atmak da vicdani, dürüst ve ahlaki bir davranış olmaz, çünkü doğruluk payı da var. Ama garip olan şu ki, herkes aynı şeyi söylüyor. Demek ki, bu işte bir iş var…

O da bence şu; Ne kendimize hata yapma ve bu hatalardan ders çıkarma fırsatını ve hakkını tanıyoruz ne de başkalarına. Zor beğeniyoruz, kolay vazgeçiyoruz… Hem kendimizi ve kendimizden, hem de başkalarını ve başkalarından.

Sonuç mu? O gayet açık.

Herkes kendini yalnız hissediyor. Ama herkes, yalnızlıkta yalnız olmadığını görse de, bir diğerinin derdine hemhal olmak yerine, bir “ayrıcalığı” daha elinden alınmışçasına karşısındakinin yalnızlığını küçümseyerek hissediyor kendi yalnızlığını… “Seninki de bişey mi? Amaan!…”

Ne kadar dibi görürsek görelim, ihmal etmediğimiz bir şey var:  Sidik yarıştırmak. 

Bir tür cehennemde yaşadığımızı düşündükçe -nedense- tek bir soru geliyor aklımıza. “Ben ne günah işledim?” Şimdi konuyu günah-sevap terminolojisi ekseninde tartışmanın yeri yok ama bunu bırakalım bir anlığına. Bu tür benmerkezci söylemlerin hiçkimseye ve hiçbir şeye bir faydası yok, çünkü hepimiz eşit ölçüde “günahkar”ız ve de eşit ölçüde “masum”. Hiçbirimizin şahsına özel bir muamele yok, çünkü hepimiz -biçimsel olarak kimi farklılıklar gösterse de, özünde- aynı hayatı yaşıyor, hepimiz şöyle ya da böyle aynı dertlerle cebelleşiyoruz. Bunun nedeni, hepimizin temelde ortak bir özelliğimizin olması, bu özelliğimiz insan olmamız.

Ama eğer bir şeylere illa ki bir ad koyacaksak, içinde yaşadığımız şeye, evet, “cehennem” diyebiliriz. Lakin şu da var ki, “Eğer bir cehennem varsa, burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yan yana durarak yarattığımız cehennem…”* dir. Bu bize acı çektiriyor, etimiz yanıyor. Ve avare avare dolanıp durur olduk şurada burada… Niçin? Elbette acı çekmemek için. Doğru ya, kim ister ki acı çekmeyi?

Acı çekmeyi hiç ama hiç istemiyoruz. Öyleyse tekrar Calvino’ya kulak kabartalım ve bakalım ne diyor bu konuda…

“İki yolu var acı çekmemenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli: sürekli bir dikkata ve eğitim istiyor” diyor Calvino ve ekliyor: “Cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek.”*

Evet ikinci yol riskli: Hem de çok riskli: İşin sonunda neler olacağı hususunda hiç kimse hiçbir garanti veremez. Hatta bu, söz konusu dahi olamaz.

Doğal olarak, bu sözleri işittiğinde, sanki kendisinden evvel kimsenin aklına gelmeyen onun aklına gelmiş ve kimsenin göremediğini görmüş gibi “o işler öyle kolay değil ha…” veya “o işler zor işler…” diyenler de çıkmıştır elbet, daha da çıkacaktır. Ama onlara aldırış etmeyelim. Mesela, en nefret ettiğim bu iki cümleyi duyduğumda,nedendir bilmem Coldplay’in “Nobody Said It Was Easy” (Kolay Olduğunu Söyleyen Yok ki) şarkısı gelir aklıma ve neşelenirim. Hem  hayatta kolay olan herhangi bir şey zaten yok. Bırakalım birileri halinden memnunsa ve prangalarıyla yaşamaya devam etmek istiyorsa, varsın öyle yaşasın. Bizler, yalnızca başını kabuğundan dışarı çıkarıp risk aldığında ilerleyebilen kaplumbağayı örnek alalım.

Karşımıza çıkan bütün zorlukların üstesinden gelebilmenin ve prangalarımızdan kurtulmanın en iyi yolu, öncelikle sağlıklı bir durum analizi yapmak ve sonrasında korktuğumuz şey veya şeyler ne ise, üzerine gidebilmeyi göze alabilmek ve ilk adımı atabilmekten geçiyor.

Mesela, bu ilk adım şöyle de olabilir; öncelikle her zaman yaptığımız şeylerin bir listesini çıkarıp, önem sırasına göre ilk elden vazgeçebileceğimiz alışkanlıklarımızı belirlemek ve şayet gerekiyorsa, yerine ne koyabileceğimiz üzerinde kafa yormak.

Şu an yapmıyorsak, en kısa zamanda bir çiçek yetiştirmeye başlayabiliriz. Kendimiz dışındaki canlıların yaşamı için kaygılanmak ve onların yaşayabilmesi için emek ve vakit harcamak, o canlıyı canımızın bir parçası gibi sahiplenmek… Ya da etrafımızdaki insanlardan vazgeçmeden yeni insanlarla tanışabilir, yeni dünyalara girebilir veya başkalarını kendi dünyamıza davet edebiliriz. Yahut varsa, birine karşı uzun zamandır içimizde tuttuğumuz duyguları, sonucu ne olur diye bir kaygıya düşmeden, gidip muhatabının gözlerinin içine bakarak söyleyebiliriz; veya bunu hiç değilse deneyebiliriz. O zaman bir şeyler bize mutlaka yeni, değişik ve alışılmışın dışında gelecektir. Bu yeniliği, değişikliği ve alışılmışın dışında olanı tanımayı, onu yaşatmayı ve ona fırsat vermeyi bildikçe, içine düştüğümüz tekdüzeliğin duvarları önce çatırdamaya başlayıp sonra yıkılacaktır. Yeter ki biz kararlı olalım.

Ne var ki bütün alışkanlıklarımız bir yana, öncü olan bizler, yine tıpkı bir proleter gibi ve Umut Çakır’ın söylediği üzere, “emeğine ve azmine güvenmeye alışkın”** olmakla mükellefiz. Her şeye rağmen ve nerede olursak olalım; içeride -dışarıda, fabrikada, tarlada, tek başımıza yahut başkalarıyla yan yana… 

Eh, yaprakların kurumaya, yeşilliklerin sararıp solmaya yüz tutacağı bu hazan günlerinde, kalkmış “çiçekten-böcekten” dem vuruyorum ben de… Ne gelir elden… Birilerinin de devrim için bunu yapması lazım, diye düşünüp aldım elime kalemi…

Ve madem ki bu sohbete bir şiirle başladık, öyleyse bir şairin şiirini aratmayacak denli estetik ve zarif bir Hüsnü Arkan dörtlüğüyle bitirelim yine bu sohbeti:

“Bir dağ yıkılıyor ah, içimizde

Bir çiçek büyütmüşüz, saksıya sığmaz

Ne sevmekten korkmak, 

Ne zulümden korkmak, bize yakışmaz”

Dilerim ki, bu yazıyı okuyan bütün işçi ve emekçi dostlarımın-kardeşlerimin yüreklerine dokunabilmiş, ufak da olsa bir kıpırdanma yaratabilmiş ve az da olsa duygularına tercüman olabilmişimdir.

Gerisi lafügüzaf…

 

Önsöz 52.Sayı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir