Sabahattin Ali

Sabahattin Ali 25 Şubat 1907’de Bulgaristan Gümülcine’de doğar Baba Ali Salahattin Harbiye’yi bitirince, 1903’te piyade subayı olarak Kütahya’ya ardından da Gümülcine’ye atanır. Baba Ali Salahattin edebiyatı seven ince ruhlu, özgür düşünüşlü bir adamdır. Anne Hüsniye ise süse, giyime, kuşama düşkün, oldukça güzel ve bir o kadarda cahil, huysuz, geçimsiz bir kadındır. Sabahattin Ali yedi yaşına basınca İstanbul Üsküdar’da Doğancılar’daki Füzüyat-ı Osmaniye Mektebine gönderilir. Babası Çanakkale’ye atandıktan sonrada Çanakkale iptidai mektebine gider. Çanakkale’de savaş boyunca yaşadıkları korku dolu günleri anılarında şöyle anlatır:

“Burada dört sene kaldık. Düşman hemen her zaman şehri bombardıman ediyordu ve biz bu esnada bin korku ile civar köylere kaçıyor, on gün kadar sonra bombardıman biraz sükunet buluyor, bizde dönüyorduk…. Bazen mehtaplı gecelerde rahat yatağımızda uyurken meş’um bir uğultu veya kulakları parçalayan bir taraka ile uyanırdık tayyareler gelmiş ve bomba atmaya başlamıştı. O zaman biz çıplak vücutlarımıza giyebildiğimiz şeylerle şehrin dışındaki bahçelere kaçar asker battaniyelerine sarınarak bekler dururduk.”

Salahattin Bey ailesini 1918’de Çanakkale’den İzmir’e götürür. Ali Salahattin üç çocuğunun karnını doyurabilmek için Edremit’li bir dükkancıdan otuz liralık veresiye çorap, mendil, makara, iplik gibi tuhafiye eşyası alır, çarşı yerinde sergi açıp satmaya başlar. Sabahattin Ali çok sevdiği babasını bu işte yalnız bırakmaz, elinden geldiğince yardım etmeye çalışır. “…Ben de boynuma bir işporta taktım, içerisine öteberi doldurdum. Bizim iyi günlerimizi bilen Türk’lere görünmemek için bunları Rum mahallelerinde “makarodis, kavarikos” diye satmaya başladım. Akşamları babam benim boynumdan işportayı çıkarır, yaşaran gözlerini göstermemek isteyerek yanaklarımdan öper ve hesap görürdü.”²

Salahattin Bey oğlunu edebiyata teşvik etmek için pazarlarda gördüklerini yazmasını ister. Sabahattin Ali bu alandaki ilk deneyimini şöyle anlatır:
“Bir kez yazıya şöyle başlamıştım. Sabahın erken saatinde pederimin latif sesiyle uyandım. Babam okuyunca öfkelenmiş, ‘Haydi oradan yalancı kerata!! Sabahın köründe seni zorla yatağından kaldırıyorum. Babanın latif sesiymiş! Sesim sana hiç latif gelir mi? İçinden geldiği gibi yaz, doğruları yaz’³ demişti.

Sabahattin Ali 1921’de Edremit iptidai mektebini bitirince bir arkadaşı ile birlikte orduya katılıp parasız yatılı okumak için dilekçe verirler. Ancak o yıl Halife’nin emriyle askeri okullara öğrenci alınmayacaktır. İki arkadaş Balıkesir Dâr-ül muallimin-e (öğretmen okulu) girerler. Muallim okulunun ikinci sınıfında iken arkadaşları ile bir okul gazetesi çıkarırlar. Burada ilk şiirleri “Kamer-î mestûr” ve “Saçlarımın Türküsü”, “Horoz Mehmet” adlı ilk hikayesi yayınlanır. Sabahattin Ali o yıllarda “okul gazetesi dışında ‘yeni yol’ dergisine de yazı yolluyor, anı defteri tutuyor, roman okuyor, fırsat buldukça sinemaya, tiyatroya gidiyordu. Hatta bunun için cezalandırılmayı bile göze alarak okuldan kaçıyordu.”4

Sabahattin Ali Öğretmen Okulu beşinci sınıfta iken annesinin rahatsızlığı iyice artmış, Salahattin Bey günlüğü altı lira olan hastane masraflarını ödeyemez hale gelmiştir. Yıllarca hastalıklı karısıyla ilgilenmek, bir yandan da küçük kızı Süheyla’ya annelik etmek Salahattin Bey’in kalbini iyice yorar. Ali Salahattin bu ızdıraplı yaşama daha fazla dayanamaz, 1926 Kasım’ında geçirdiği bir kalp krizi sonucu hayatını kaybeder. Sabahattin Ali çok sevdiği babasının ölümünden duyduğu derin üzüntüyü “Babam için” başlıklı şiirinde dile getirir.

1927’de muallim mektebini bitirir, ilkokul öğretmeni olarak Yozgat’a atanır. Yozgat’ın küçük il merkezinde hayat tekdüze ve cansıkıcıdır. Üstelik deli gibi sevdiği Nahit aşkına karşılık vermez, yazdığı bütün mektupları cevapsız bırakır. Sabahattin Ali için Yozgat’ta günler yalnızlık, özlem ve sıkıntı içinde geçer. Bu günlerde Nahit’e olan aşkını anlattığı “Bir macera” adlı şiiri Servet-i Fünun’da yayınlanır. “Bir cinayetin sebebi”, “Bir siyah Fanila için” başlıklı hikayelerini de yine bu sıkıntılı günlerinde yazar.

S. Ali Yozgat’ta daha fazla duramaz, 1928’de İstanbul’a döner. O sıralarda maarif vekaleti yabancı dil öğretmenleri yetiştirmek için Avrupa’ya öğrenci gönderecektir. S.Ali açılan sınava girer ve kazanır. Aynı yılın Kasım ayında Almanya’ya gider. Orada dört yıl kalıp dil öğrenecek, dönüşte liselerde yabancı dil öğretmeni olarak çalışacaktır. Trende, sınavı kazanan beş öğrenciden biri olan Melahat Tolgar’la tanışır. Almanya’da farklı bölgelerde okuyor olsalar da sık sık görüşür dertleşir. S. Ali, Nahit’e duyduğu karşılıksız aşkı ve bundan duyduğu acıları anlatır. Melahat Hanım’ı Nahit’e benzetir ve ona da tutulmaktan korkar. Zira Melahat Hanım sözlüdür. Uzun yıllar sonra yazdığı “Kürk Mantolu Madonna” romanında Almanya’da geçirdiği bugünlere dair izler görülecektir.

S. Ali Almanya’da ilk gittiği yer olan Postdam’da iken bu yabancı memlekette bulunmaktan sıkılır, yalnızlık çekmeye başlar. Postdam’dan Berlin’e yatılı bir okula geçmek zorunda kalınca iyice bunalmaya başlar. Burası Alman aristokratlarının gittiği gelenekçi, sıkı disiplinli bir yerdir. Bir gün Alman talebelerden biri; “Bu parazit Türkleri buradan kovmalı” diyerek sataşır. Çıkan tartışmada S. Ali Alman öğrenciye bir tokat atar ve okuldan kovulur. Bu olay, onun konuşkan, neşeli, özgür tabiatlı mizacına hiç uymayan bu yerden bir an önce kurtulmasını sağlar.

S. Ali İstanbul’a dönünce bir süre yüksek muallim mektebinde kalır. Mektebin müdürü Hamit Bey’in yardımıyla Bursa Orhaneli’ne atanır, daha sonra da açılan dil sınavında üstün başarı gösterecek 1930–31 ders yılı başında Aydın Ortaokulu Almanca öğretmenliğine geçer. Aynı yıl Nazım Hikmet’le tanışır. N. Hikmet o dönemde Resimli Ay Dergisi’nin düzeltmeni ve sekreteri olarak çalışmaktadır. Sabahattin Ali’nin ilk toplumcu gerçekçi denemeleri sayılan “Bir Orman Hikayesi” ile “Bir Gemicinin Hikayesi” Resimli Ay’da yayınlanır. Tanışmalarını N. Hikmet şöyle anlatır: “Bir gün dergi idarehanesine kısa boylu, gözlüklü bir genç geldi. Almanca bildiğini, hikayeler yazdığını, isminin Sabahattin Ali olduğunu söyledi. Hikayelerinden birini bıraktı, çıktı. Bu hikaye orman sanayinde çalışan işçilerin hayatına aitti. Alman romantizminin tesiri altında yazılmış olmasına rağmen, konu ve muhteva bakımından Türk edebiyatında bir yenilik teşkil ediyordu. Genç adamın istidatlı bir yazar olduğu daha ilk satırlardan anlaşılıyordu. S. Ali’nin ilk hikayesini Resimli Ay’da, o devirdeki Resimli Ay’da yayınlaması, o zamanki edebiyat, dolayısıyla politika cereyanları arasında belirli bir safta yer alması demekti. İlk yazısını bize getirmesi, Sabahattin’in anti-emperyalist, demokratik temayülünü gösteriyordu.”5

S. Ali Almanya’da bulunduğu yıllar içerisinde vaktinin çoğunu okuyarak geçirmiş, ilerici Alman edebiyatından, Rus edebiyatından birçok yazardan etkilenmiş, Almanya’nın solcu, ilerici hareketlerini yakından görmüş, sosyalizme eğilim duymaya başlamıştır. Ama asıl olarak bu eğilimin pekişmesinde, N. Hikmet’le dostluğu ve Resimli Ay çevresine girişi etkili olur.

S. Ali 1931 yazında tatil için geldiği İstanbul’da tutuklanır. “Aydın Erkek Sanat Okulu’nda öğrenci dolaplarında Türkiye Komünist Partisi’nin Kızıl İstanbul adlı gazetesi bulunmuştu. Ayrıca bazı öğrenciler S. Ali’nin ‘yıkıcı propaganda’ yaptığını ihbar etmişlerdi. Öğretmenlerden Baha, öğrencilerden İzzet ile eski mezunlardan Musa Oğuz, Bulgaryalı işçi Hüseyin, makinist Ali Cevat tutuklanmıştı.”6

Bu tutuklamalar Kemalist iktidarın, sadece ilerici aydın kesimin değil, büyük bir yoksulluk altında ezilen işçi ve emekçi halkın yoğunlaşan tepkilerini baskı ve terör yöntemiyle etkisizleştirme politikalarının bir parçasıydı.
Dönem, Türkiye’de 1908 İttihat ve Terakki iktidarıyla başlayan kapitalistleşme, daha tam bir ifade ile kapitalist sistemin oturtulması sürecidir. İttihat ve Terakki geleneğinden gelen Kemalist iktidar bu süreçte devlet eliyle burjuvazinin ihtiyaç duyduğu sermaye birikimini sağlayabilmenin olanaklarını yaratır. Yani devlet halktan, emekçiden, köylüden ve zanaatkardan alır, sermayeye verir.

Kemalist iktidar bir yandan halkı soyup soğana çevirirken diğer yandan da yoksullaşan emekçilerin, mülksüzleşen esnaf ve zanaatkarların, köylünün öfkesinden korkar. Bu korkunun bir başka, daha doğrusu asıl nedeni ise hemen yanıbaşında kurulan dünyanın ilk işçi-köylü devleti Sovyetlerin varlığıdır. Bu korkuyla, 1920’lerde Ekim Devrimi’nin etkisiyle başlayan grev hareketini önlemek, Anadolu’ya yayılan Sovyet etkisini kontrol altına alabilmek için M. Kemal’in talimatıyla resmi bir Türkiye Komünist Partisi (TKP) kurdurulmuş, ardından Mustafa Suphi ve arkadaşları katledilmiştir. Sonrasında ise geniş çaplı tutuklamalar yapılarak işçi sınıfı ve aydınlar üzerinde yoğun bir terör estirilmiştir. Böylece komünizm tehlikesi bertaraf edilmiş, hem yerli hem de yabancı sermayedarların komünizm korkusu yatıştırılmıştır.

1925’te Takrir-i Sükun, dilimize çevirirsek terörle mücadele yasası çıkarılır. Bütün işçi, esnaf, zanaatkar örgütleri kapatılır ve kendi denetimlerinde kurulacak olan Ticaret ve Sanayi odalarına bağlanmaları şartı getirilir. Arkasından Şeyh Sait ayaklanması kanlı bir biçimde bastırılır, Kürt halkı vahşice kıyımdan geçirilir. 1927’de Şeyh Sait isyanından bir yıl sonra kabul edilen medeni kanun “Borçlar Hukukunu” düzenleyerek kamu topraklarının büyük toprak ağalarının mülkiyetine geçirilmesini yasallaştırır. “Bir yandan işçi sınıfı, esnaf ve zanaatkarların örgütleri kapatılır, tüm emekçiler yoğun bir sömürü altında ezilir, komünist ve Kürtler cezaevleri ve darağaçlarına gönderilir, öte yandan burjuvazi politik ve ekonomik olarak gittikçe daha da etkinleştirilir.”7

1929’da bütün emp-kapitalist sistemi derinden sarsan kriz Türkiye’yi de etkisi altına alır. Tarım ve sanayi sektörlerinde ciddi düşüşler yaşanır. İktidar büyük toprak sahiplerine ve sanayi burjuvazisine doğrudan kaynak aktarabilmek için ek vergiler koyar. İşçi ve memur ücretleri hem düşürülür hem de vergilendirilir. Bu yıllarda emekçi halkın iktidara yönelik tepkisi o kadar yoğunlaşmıştır ki, burjuvazi 1920’lerdekine benzer bir korkuya kapılır. Bu tepkiyi açığa çıkarmak için bu sefer resmi bir muhalif parti kurulur. Kurulan serbest fırka emekçi halkın büyük ilgisiyle karşılanır. Partiyi kurduranlar bu ilgiden dehşete düşer ve derhal kapatırlar. İşçi ve memurlar, diğer çalışan kesimler büyük bir yoksulluk içindedir. Çalışanlar içinde en örgütlü kesim öğretmenlerdir. Onların da durumu diğer memurlardan farklı değildir.

“Hiçbir yerde öğretmenin karnı doymamaktadır. Muallimler mecmuasında yazdığına göre 1931’de yalnız İstanbul’da ilköğretim öğretmenleri arasında 225 veremli öğretmen vardır.”8
“Bir ilkokul öğretmeni yırtık pabuç ve yama tutmayacak kadar eski bir giysiyle ve yarı aç öğrencilerinin önüne çıkmayı bilime ve haysiyetine hakaret sayarak intihar eder.”9

Elbette bütün öğretmenler intihar etmeyeceklerdir. Kemalist iktidar öğretmenler arasında gelişebilecek bir tepkinin yayılmasından çekinir. Öğretmenlere ve örgütlerine yönelir. 1930’lu yılların ortalarında bütün öğretmen örgütleri kapatılır. “Yıkıcı faaliyette” bulunan öğretmenler tutuklanır, sürgünlere uğrar ya da mesleklerinden men edilirler.

S. Ali’de bu kapsamda, yani yıkıcı faaliyetleri gerekçesiyle tutuklanmıştır. Ancak ne TKP ne de adı geçen gazete ile ilişkisi bulunamaz. Üç ay tutuklu kaldıktan sonra salıverilir. Sabahattin Ali aydın cezaevinde kaldığı bu üç ay içinde ilginç deneyimler yaşar, çoğu yoksul köylü olan halktan insanların yaşam öykülerini dinler. İlk romanının kahramanı Kuyucaklı Yusuf’la ve jandarma Bekir’i öldüren Halil Efe ile burada tanışır.

Cezaevinden çıkınca Almanca öğretmeni olarak Konya’ya atanır. Burada hikayeler, şiirler yazmaya devam eder. “Dağlar ve Rüzgar”, “Karayazı”, “Unutamadım” şiirleri ve “Kurtarılamayan Şaheser” hikayesi bu dönemde yazılır ve Yeni Anadolu gazetesinde yayınlanır. S. Ali bir yanda da Almancadan Türkçeye çeviriler yapar. Yefim Sosulya’nın “Bir idealist ve Beşeriyet” hikayesi ile Fritz Sternberg’in “Marksizm ve ihtibas”, “Marks ve Freud” incelemeleri Konya’da Almanca öğretmenliği yaptığı sırada çevirir ve yeni Anadolu gazetesinde yayınlatır.”10

S. Ali, Konya’da öğrencileri ile olduğu kadar halkla da iyi ilişkiler kurar, onların sorunlarını dinler, çözmeye çalışır. Hatta zaman zaman toplumsal sorunlarla ilgili konferanslar verir. 1932’de Konya Halkevinde verdiği bir konferansta kadın sorununa dair görüşlerini şöyle ifade eder: “… Memleketin bütün kadınlarına medeni hayatta layık olduğu rolün verilmesi zamanı gelmiştir. Artık okuyan kızlarımızın boş fakat bilgiç ve manasız bozuk bir kukla olmaktan, alelumum kızlarımızın satılık bir mal, bir vitrin eşyası haline gelmekten kurtulması lazımdır. Artık köylü kadınlarımızı kara öküzün bir yardımcısı, bir yarım hayvan olmaktan kurtarmalıyız, bunun içinde harici tedbirlerden ziyade içten gelen arzular lazımdır. Kadınlarımız bunu kuvvetle istemeli, bunun için bütün kuvvetiyle uğraşmalıdırlar. Hiç kimse hiç kimseyi yükseltemez, herkes kendi kendisini yükseltmek mecburiyetindedir.

“Memleketimizin kadın ve erkeklerini, biri diğerini sürükleyen, taşıyan değil, elele ve aynı tempoda yürüyen iki mahluk olarak göreceğimiz günün uzak olmamasını dilerim….”11

S. Ali Konya’da öğrencilerinden Melahat Muhtar adında 15 yaşında bir genç kıza tutulur. Nahit’e olan umutsuz aşkının yerini “beyaz tenli, dalgalı kumral saçlı, ince, narin ve nazlı” Melahat alır. Üstelik bu aşk karşılıklıdır. 1932’de Konya’da iken yazdığı “…Başını göğsüme sakla sevgilim/ güzel saçlarında dolaşsın elim / Bir gün ağlayalım bir gülelim / Sevişen yaramaz çocuklar gibi…” dizeleri küçük, narin sevgili, Melahat’a yazılır. Ancak bu aşkın sonu da hüsrandır, Melahat’ın babası kızının yaşının küçük olduğu gerekçesiyle bu evliliğe razı gelmez.

Bu sıralarda, S. Ali’nin ilk romanı Kuyucaklı Yusuf Konya’da M. Hayrettin’in sahibi olduğu Yeni Anadolu gazetesinde yayınlanmaya başlar. Roman okuyucu tarafından sevilir. Ancak 15 sayı kadar yayınlandıktan sonra parasını alamayan yazar tefrikayı yarım bırakır. Gazete sahibi bu durumu hazmedemez ve S. Ali’yi bir şiirinde Atatürk’e hakaret ettiği iddiasıyla ihbar eder. S. Ali şiiri Almanya’da bulunduğu sırada Sivas’taki bir Bektaşi hareketine atfen yazmıştır, ancak içinde iktidarı rahatsız edecek kadar taşlama vardır.

MEMLEKETTEN HABER
Hey anavatandan ayrılmayanlar
Bulanık dereler durulmuş mudur?
Dinmiş mi oluklu akan kanlar?
Büyük hedeflere varılmış mıdır?

Asarlar mı hala hakka tapanı?
Mebus yaparlar mı her şaklabanı?
Köylünün elinde var mı sabanı?
Sıska öküzleri dirilmiş midir?
(….)
Cümlesi beli der enelhak dese
Hala taparlar mı koca terese?
İsmet girmedi mi hala kodese?
Kul Ali’nin boynu vurulmuş mudur?
(….)

S. Ali açılan hakaret davasından 22 Aralık 1932’de tutuklanır. 7 Ocak 1933 günü çıkarıldığı mahkeme salonu öğrencileri ve Konya’da kendisini sevenleri tarafından hınca hınç doldurulmuştur. Yargılama S. Ali’nin Cumhurbaşkanı’na “ima yoluyla hakaretten” bir yıla mahkumiyetiyle sonuçlanır. Salondaki öğrenciler gözyaşlarını tutamazlar. 12

S. Ali tutsaklığının ilk dört ayını Konya cezaevinde geçirir. İstanbul’a gitmek ister, bütün tanıdıkları, bütün sevdikleri “bu güzelim şehirdedir”. Şiddetli bir arzuyla İstanbul’a gitmeyi beklerken Sinop cezaevine sevk edilir.
“Duvar” adlı hikayesinde gurbet hapishanesi dediği Sinop cezaevinde duyduğu yalnızlığı ve tutsaklık acısını anlatır uzun uzun. “Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir hapishanede kaldım. Kalın duvarlara vuran suların sesi ta odalarda çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı. Tüylerinden sular damlayarak surların arkasından yükseliveren deniz kuşları demir parmaklıklara hayretle gözlerini kırparak bakarlar ve hemen uzaklaşırlardı.

Bir mahpusu dünya ile hiç alakası olmayan bir zindana kapamak ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran şey, hürriyetin elle tutulacak kadar yakınında bulunmak, aynı zamanda ondan ne kadar uzak olduğunu bilmektir. On adım ötede en büyük hürriyetlere götüren denizi dinlemek ve sonra oradaki kalın kale duvarına gözlerini dikerek bakmaya denizi yalnız muhayyilede görmeye mecbur kalmak az azap mıdır?”13
1934’te yayınlanan tek şiir kitabı “Dağlar ve Rüzgar” da yer alan “Hapishane Şarkıları” başlıklı beş şiirinde de yine aynı acı ve özlem hissedilir. “Burada Çiçekler Açmıyor” ve “Aldırma Gönül Aldırma” şiirleri S. Ali’nin Sinop cezaevinde yazdığı Hapishane şarkılarındandır.

S. Ali cezaevinde bir yandan okur, bir yandan şiirler, hikayeler yazar. Esirler adlı oyununu tamamlar ve Jack London’un Demir Ökçe’sini çevirirken bir yandan da koğuş arkadaşlarına el sanatlarını geliştirmede yardım eder. Hükümlülerin cevizden yaptıkları tavla, sigaralık, tepsi, katre gibi eşyaları güzelleşmesine katkıda bulunur. S. Ali, 29 Ekim 1933’te Cumhuriyet’in Onuncu yıl dönümü vesilesiyle çıkarılan af ile salıverilir. Ankara’ya yeğeni Reşit Ertüzün’ün yanına gider. Bir an önce öğretmenliğe geri dönmek için dilekçe verir. Maarif vekili ile görüşüp isteğini sabit olmadıkça istihdamı caiz değildir” diyerek bu isteği reddeder. S. Ali “nasıl ispatlayacağını” sorar, “yazınız” denir. Varlık dergisinin 15 Ocak 1934 tarihli sayısında yayınlanmak üzere Atatürk’e sevgisini anlatan “Benim Aşkım” adlı şiiri yazar. Bir süre sonra öğretmenliğe değilse bile Neşriyat müdürlüğü Büro şefi olarak memurluğa geri çağrılır. Ve bir daha tek bir satır dahi şiir yazmaz.

S. Ali, 1935’te artık evlilik vaktinin geldiğine karar verir ve birkaç yıl önce İstanbul’da amcası Salih Bey’in evinde karşılaştığı Aliye Hanımı istetir. Nişanlanırlar, o sırada S. Ali Ankara’da, Aliye hanım ise İstanbul’dadır. Birbirlerini uzun uzun yazdıkları mektuplarla tanımaya çalışırlar. Karşılıklı beğeni ile başlayan ilişkileri kısa zamanda büyük bir aşka dönüşür. Aynı yıl mütevazı bir düğünle evlenip Ankara’da birkaç parça eşyalı küçük bir eve yerleşirler.

“Evliliğin yol açtığı sıkıntı ve yoksunluklara karşın S. Ali mutluydu. Eşini çok seviyordu. O kadar ki bir gün arkadaşı Mesut ve Melahat Tolgar’la yemek yerken gülerek “yine aşığım” demişti, ‘bu kez karıma’.”14

1935’te ilk hikaye kitabı ‘Değirmen’ yayınlanır, Değirmen’de S. Ali’nin 1926-31 yılları arası, yani ilk gençlik döneminde yazdığı 16 hikaye toplanmıştır. Yazar ‘Değirmen’in 1935 baskısının sonuna koyduğu notta: ‘Bir Orman Hikayesi, Kazlar, Bir Firar, Candarma Bekir, Bir Siyah Fanila İçin, Komik-i Şehir adlı hikayelerin Osmanlı imparatorluğu zamanındaki Anadolu’yu anlattığını yazar. “Bir Orman Hikayesi’nde ormanları özel bir şirket tarafından ellerinden alınan orman emekçilerinin isyanı anlatılır.

“Orman bizim her şeyimizdir delikanlı, anamız, babamız evimiz… Delikanlı, bizim elimizden ormanımızı aldılar, bizi ormansız bıraktılar. Bizi bir tek ağaçsız bıraktılar…!” diyerek anlatmaya başlar ihtiyar köylü. O zamana kadar köylünün yararlandığı ormanın işletme hakkı bir şirkete verilir. Ağaçlar üçer beşer devrilir, köylü bakar ki ellerinde tek ağaç bile bırakmayacaklar, isyan eder ve baltacıları döver. Yönetim şirkete sahip çıkar ve jandarmalar gelir köylüleri döverek ormandan atar, erkeklerin bir kısmını da alır götürürler. ‘Bir Orman Hikayesi’ S. Ali’nin ezen ve ezilen arasındaki çatışmayı işlediği ilk hikayelerinden biridir.
‘Kazlar’ adlı hikayede ise yoksul, köylü bir karı-kocanın dramatik öyküsü vardır.

“Köyde, düğün yerinde biri vurulur. Kurşun atanlar sekiz kişidir ama Seyit’le durmuş dışındakiler sorgu yargıcına para yedirip işten sıyrılınca suç bu ikisinin üzerine kalır. Ağır ceza 10’ar yıl hapis verir. Seyit’i hapishanede kötü, pis bir yere koyarlar, sonunda bakımsızlıktan, pislikten, havasızlıktan hastalanır verem olur. Karısı Dudu’ya yazdığı mektupta, iyi bir yere geçirilmesi için başgardiyana ve müdüre verilmek üzere iki kaz getirmesini ister. Ne çare ki, Dudu’nun yalnız bir kazı vardır, onunda yumurtalarını küçük oğlunun ihtiyaçlarını alabilmek için bakkala verir.

Dudu düşünür, çare bulamaz, komşunun kazlarından birini çalar. İki kaz, biraz da bulgur koyduğu torbayla 9 saat yayan gittikten sonra cezaevine varır. Kapıdaki asker kime geldiğini öğrenince elindekilere bakarak; “Bugün görüş günü değil, ver elindekileri, biz ona veririz, sen haftaya gel,” diyerek Dudu’yu savar, Seyit’in o sabah öldüğünü söylemez.

“Köye gelir gelmez Dudu’yu candarmalar yakaladı. Kaz çaldığı için kasabada muhakeme edildi ve üç aya mahkum oldu. Yalnız cezasını kaza hapishanesinde yattığı için, harman zamanına kadar, kocasının ölümünden haberi olmadı.”15

S. Ali köy yaşamını anlattığı birçok öyküde olduğu gibi “Kazlar”da da yoksul köylülerin çaresizliklerini, yoksulluklarından dolayı çektikleri acıları, mevcut idarenin acımasızlığını, yiyiciliğini sarsıcı bir biçimde anlatır.
‘Değirmen’de toplanmış olan “Kurtarılamayan Şaheser”, “Kırlangıç”, “Viyolonsel”, “Bir Cinayetin Sebebi”, “Komik-i Şehir” hikayelerinde aşk teması işlenir. Kuşkusuz bunlardan en çarpıcı olanı kitaba adını veren ‘Değirmen’ adlı öyküdür.

Değirmen’de Atmaca lakaplı bir çingene delikanlısının öyküsü çeribaşısının ağzından anlatılır. “Sen aşkın ne olduğunu bilir misin be adaşım, sen hiç sevdin mi? Çook desene…! Bir kadını öpmek hoş şeydir, hele adam genç olursa… fakat herhalde ikinci bir aşka atlamak, senin için o kadar güç olmamıştır… Ha, sonra bir üçüncü bir dördüncüyü sevdin ve bu böyle gidiyor… Peki, ama bu sevmek midir be adaşım, bir kadını öpmek, onu istemek sevmek midir?

Çırılçıplak soyunarak şehrin sokaklarında koşabiliyor musun? Bir minareye çıkarak bütün dünyaya işittirecek kadar kuvvetli bağırabilir misin? Bir şehrin adamlarını öldürmek cesareti var mı sende? Aşk sana bunları yaptırabilir mi? İşte o zaman seviyorsun derim. Siz sevemezsiniz adaşım, siz şehirde ve köyde yaşayanlar siz birisine itaat eden ve birisine emredenler; siz birisinden korkan ve birisini tehdit edenler… Siz sevemezsiniz. Sevmeyi yalnız bizler biliriz. Bizler; Batı rüzgarı kadar serbest dolaşan ve kendimizden başka Allah tanımayan çingeneler…”16. Çeribaşı bu sözlerle başlar Atmaca’nın büyük aşkını anlatmaya.
Atmaca güzel klarnet çalan yakışıklı bir çingene delikanlısıdır. Günün birinde konakladıkları köyde değirmencinin güzel kızına aşık olur. Kız çok güzeldir, fakat tek kolu yoktur. Daha küçükken değirmenin çarklarına kaptırmıştır kolunu. Bu yüzden delikanlının aşkına cevap veremez. Bu sakat haliyle, sağlam bir adamı sevmeye hakkı olmadığını düşünür. Atmaca ne söylerse söylesin bir türlü ikna edemez sevdiğini. Dertlenir, günden güne erir, sararıp solar, çaresizlikten bütün gün gözlerini değirmene dikip klarnet çalar. Bir gün çeribaşına akşam değirmende çalacağını, ihtiyar değirmenciyle konuştuğunu söyler. Toplanıp giderler, Atmaca bir süre klarnet çalar, sonra ayağa kalkıp büyük bir homurtuyla dönen değirmenin çarklarının başına gider ve dönüp sevdiğine bakar uzun uzun. Sonra, bir an sonra yüzü acıyla buruşur, tanınmaz hale gelir. Çevresindekiler yanına koşarlar ama iş işten geçmiştir. Atmacanın sağ kolu yerinde yoktur ve oradan oluk oluk kan akmaktadır.

“İşte adaşım” der Çeribaşı “sana seven bir çingenenin hikayesi. Çiçeklerin açtığı mevsimde senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir…

Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir.”

‘Değirmen’deki aşk hikayeleri biraz eski halk hikayelerine benzer. Aşık sevdiğine ulaşmak için hiçbir engel tanımaz, imkansız sayılabilecek şeyleri dahi yapar. Kurtarılamayan şaheserde olduğu gibi bir tür feragattir, vazgeçiştir aşıklık. Maddi, manevi ne varsa, her türlü değerden, hatta Değirmen’de olduğu gibi vücudun bir parçasından vazgeçebilmektir. Ya da ‘Viyolonsel’deki gibi sevdiğinin mezarı başında bir ömür boyu ona en sevdiği parçayı çalabilmektir aşk.

İlk öykü kitabı Değirmen’den bir yıl sonra ilk romanı Kuyucaklı Yusuf’un tamamı 9 Kasım 1936’dan 21 Ocak 1937’ye kadar Tan gazetesinde yayınlanır. Ve okur tarafından çok beğenilir. Yine 1936’da ikinci öykü kitabı ‘Kağnı’ çıkar, aynı yıl yazarın ‘Esirler’ adlı tiyatro oyunu varlık dergisinde yayınlanır. Kuyucaklı Yusuf’ta bir aşk hikayesi etrafında geçen olaylarla işçisi, köylüsü, eşrafı, bürokratıyla bir kasaba halkının yaşamı anlatılır. Dönem Osmanlı imparatorluğunun son dönemidir. 1908’de meşrutiyetin ilanı ile iktidara gelen ittihat ve Terakki Fırkası toprak ağalarını ve henüz filizlenmekte olan burjuvaziyi koruyup kollamaya çalışırken emekçi halk, yoksul köylü geçmişe oranla daha çok ezilir, daha çok baskı ve zulme uğrar. Romanda dönemin siyasal gelişmelerine bire bir değinilmez ama işçinin, köylünün çaresizliği, zengin kesimin ayrıcalıkları, idareciler tarafından kayırılması olaylar içinde açıkça görülür.

Olaylar 1903’te Nazilli’nin Kuyucak köyünde başlar. Köyü eşkıyalar basar, Yusuf’un ana ve babasını öldürürler. Olayı incelemeye gelen Kaymakam Salahattin bey öldürülen ana-babasından başka kimsesi olmayan 8-9 yaşlarındaki Yusuf’u evlatlık alır. Kendisinden yaşça epey küçük olan karısı Şahinde cahil, huysuz bir kadındır, çocuğun eve gelmesinden hiç hoşnut olmaz. Bu hoşnutsuzluğunu her fırsatta belli eder. Yusuf’ta Şahinde Hanımı sevmez ama söylenmelerine ses çıkarmaz. İçine kapanık, soğukkanlı bir çocuktur. Evde tek ilgilendiği evin küçük kızı Muazzez’dir. Muazzez’de Yusuf’u çok sever, öyle ki bir süre sonra evde sözünü dinleyip dikkate aldığı tek insan Yusuf oluverir.

Salahattin Bey’in tayini Edremit’e çıkar. Yusuf burada okula gider, ancak okuma yazmayı öğrendikten sonra ‘lüzumsuz’ deyip okulu bırakır. Delikanlı olup eli iş tutmaya başlayınca babalığının zeytinlikleriyle ilgilenir.
“Yusuf, işçilerin dilini herkesten iyi anlıyordu. Bazı mal sahipleri kadınların yanlarında getirdikleri emzikli çocuklarına meme vermelerine bile müsaade etmezlerken, Yusuf onların biraz yorulduğunu görür görmez derhal işi bıraktırırdı. Bu zavallıların halini, mukadder telakki etmekle beraber, onlara çok acıyordu. Sabah karanlığında, soğuktan büzülmüş kollarında ufak bir ekmek sepeti ve sırtlarında çocukları ile gülünç bir ücret mukabilinde çalışmak için kasabanın sokaklarından zeytinliklere akın eden bu sarı benizliler kafilesi onun merakını çekiyordu. Çok kere bunlar yanından geçerken, içlerinden birini durdurup konuşmak arzusunu duymuştu; havadan, sudan, ne olursa olsun birkaç şey konuşmak. Çünkü altı seneden beri kendisi gibi konuşan birine rast gelmemişti. Ve bu zeytin amelesinin kendisi gibi konuşacağına dair içinde müphem bir kanaat vardı.”18

Yusuf bir türlü şehir insanına alışamaz. Çevresindeki insanların kendisine ve birbirlerine karşı davranışlarını sorgular. “Niçin durup dururken yalan söylemek ihtiyacını duyuyorlardı? Sonra bu fakir işçilere köpek muamelesini yapmaya neden lüzum görüyorlardı?”19

Edremit’te kendisine yakın bulduğu en fazla dört, beş arkadaşı vardı. Bir bayram günü arkadaşlarından Ali ve Muazzez’le birlikte panayıra giderler. Eşraftan fabrikatör Hilmi Bey’in şımarık, serseri oğlu Şakir Muazzez’e laf atar. Yusuf Şakir’i yakalayıp döver. Şakir Yusuf’tan intikam alabilmek için babasıyla bir plan yapar. Hilmi Bey, Salahattin Bey sarhoşken kumar masasına oturtur ve hileyle 320 altın borçlandırır. Bu parayı ödeyemeyeceğini iyi bildiği için ertesi gün Muazzez’i Şakir’e istemeye gider. Şahinde Hanım kızının zengin bir aile tarafından istenmesine çok sevinir, ancak Selahattin Bey isteksizdir, lakin başka çaresi de yoktur. Yusuf, Muazzez’in Şakir gibi bir serseri ile evlenecek olmasına çok kızar ve Şakir hakkında bildiklerini babasına anlatır. Şakir evlerinde hizmetçi olarak çalışan Çine’li Kübra’ya tecavüz etmiş, sonra da anasıyla birlikte sokağa atmıştır. Gidecek yer bulamayan ana-kız Yusuf’a sığınmıştır. Selahattin Bey, Şakir hakkında duyduklarından sonra hepten vazgeçer Muazzez’i vermekten, ama bir yol bulup borcunu ödemesi gerekiyordur.
Yusuf arkadaşı bakkal Ali’den babasının Hilmi Bey’e olan borcunu ödemek için para alır. Ali Muazzez’e aşıktır, onunla evlenmek ister. Yusuf durumu Muazzez’e açar, Muazzez açar, Muazzez üzülür, çünkü o çocukluğundan beri Yusuf’u sevmektedir. Muazzez duygularını Yusuf’a belli edince, Yusuf’ta aslında uzun zamandır içten içe Muazzez’i sevdiğini anlar. Ancak Ali’ye söz vermiştir bir kez. Ali’nin annesi Muazzez’i istemeye gelir.

O günlerde Yusuf’un arkadaşlarından İhsan’ın düğünü olur. Düğünde Şakir sarhoş olur ve Ali’yi vurur. Jandarma gelir Şakir’i götürür. Şakir’in adamları rüşvet vererek tanıklara yalan ifade verdirir. Yapılan mahkemede aklanıp, bir hafta sonra serbest kalır Şakir. Salahattin Bey’in kalbi olan biten bu olaylara dayanamaz, üzüntüden kalp krizi geçirir.

Ali’nin ölümünden sonra Şahinde kızını yine Şakir’le evlendirmek için uğraşır. Yusuf bir gün analığının Muazzez’i Şakirlere götürdüğünü öğrenir. Bir araba tutar, gidip Muazzez’i kaçınır. Kozan tarafında bir köyde imam nikahıyla evlenirler. Yusuf durumu babalığına bildirir. Salahattin Bey sevinir, gelip genç çifti Edremit’te birlikte yaşamaları için ikna eder ve hep birlikte dönerler. Kaymakam Bey Yusuf’a masabaşı bir iş bulur kaymakamlıkta.

Birinci dünya savaşı başlar, seferberlik ilan edilir, sokaklar askere giden gençleri uğurlayan kalabalıklarla dolar.

“…Kendilerini nasıl bir akıbetin beklediğini bilmeyen ve ‘ya gazi, ya şehit! diye bağırdıkları halde ölümü akıllarına bile getirmeyen zavallılar… Hayatın yeknesaklığı içinde birdenbire beliriveren bu korkunç değişikliği gülerek kabul eden, ona koşan ve ne için, kimin için ölmeye gideceklerini, nerede ve nasıl öldürüleceklerini sormayı asla akıllarına getirmeyen kahramanlar….”20 geride kalanların ağlamaları, dövünmeleri arasında savaşa gönderilir. Salahattin Bey tekrar kalp krizi geçirir ve ölür. İlçeye yeni gelen kaymakam İzzet Bey, gelir gelmez eşrafla yakın ilişkiler kurar. İlk iş olarak da Hilmi Bey’in önerisiyle Yusuf’u katiplikten alıp köylere tahsildarlığa gönderir. Yusuf ilkin evinden, Muazzez’den ayrı kalacağı için üzülür, ancak masa başında çalışmaktan kurtulduğu için de sevinir. Bir at alıp tahsilata başlar. Tahsilat için uzak köylere gittiğinden günlerce evden uzak kalır. Bu arada evde geçim sıkıntısı başlar. Süse, gösterişe düşkün Şahinde Yusuf’un yokluğunu fırsat bilerek, kızını kandırıp ilçedeki zengin takımın düzenlediği içkili gece eğlencelerine götürür, bazı günlerde bu türden davetleri kendi evinde düzenler. Bir gün öğle üzeri Yusuf eve döner, karısı hala yataktadır, yüzü sararıp solmuş, ağzı içki kokuyordur.

Yusuf durumu sezmiştir, fakat analığına bir-iki çıkışmaktan başka bir şey yapmaz. Bir hafta sonra kaymakam yine gönderir Yusuf’u. Yusuf yolda üşütüp hastalanır, bir köyde dört gün ateşler içinde yatar. Tam iyileşmeden kalkar eve döner. Eve geldiğinde yukarıdan ud sesi duyar, sesin geldiği odanın kapısını iter.

“Gördüğü manzara onu hiç şaşırtmadı. Kendini dört gündür farkında olmadan bu sahneye hazırlamış olduğunu anladı. Ortada son günlerde peyda olan masa vardı ve onun etrafında Hilmi Bey, Kaymakam İzzet Bey, Şahinde oturuyorlardı. Masadan biraz açık duran iskemleye kır saçlı bir adam oturmuş ud çalıyordu. Sedirin bir kenarında Şakir ile Hacı Etem kulak kulağa bir şeyler konuşuyorlardı. Diğer kenarda kendini bilmeyecek kadar sarhoş olan Muazzez yastıklara dayanmış duruyor ve öpmek için üzerine eğilen candarma bölük kumandanı Kadri Bey’e karşı kendini müdaafaya çabalıyordu…”21

Yusuf bir an odadakilerin tek tek yüzlerine bakar ve elindeki kamçıyı kaymakam İzzet Bey’in yüzüne indirir. Elini tekrar kaldırdığında lambaya çarpar ve düşürür. Lamba sönmüş, oda karanlıkta kalmıştır. Ancak Yusuf son anda Şakir’in tabancasını çıkardığını görür. Kendisi de elindeki kamçıyı bir yana atar ve tabancasını çıkartıp hareket eden her şeye rastgele ateş eder. Bir süre sonra kurşunu biter, zaten odadaki bütün seslerde kesilmiştir. Muazzez’i bulur kucaklayıp götürür. Ormanlık bir yerde gecelerler. Muazzez yaralıdır. Yusuf sabah olduğunda karısının öldüğünü anlar. Onu bıçağıyla kazdığı mezara gömer ve atını dağlara doğru sürer…

Kuyucaklı Yusuf, iyinin kötüye, ezilenin ezene, ayrıcalıklı olana karşı çaresizliğinin gerçekçi bir biçimde anlatılışıdır. Ve aynı zamanda bir büyük isyandır. Zeytin amelesinin, Çineli Kübra ve anasının, hatta Muazzez’in isyanıdır. Yusuf atını dağlara doğru sürerken fabrikatör Hilmi’ye, kaymakam İzzet’e, analığı Şahinde’ye dolayısıyla bütün kötülüklerin kaynağı olan düzene isyan eder.

Nazım Hikmet’e göre Kuyucaklı Yusuf:
“… Bazı manasız romantizm elemanları ihtiva etmesine rağmen, Türk roman tarihinde yeni bir merhale teşkil eder. Türk edebiyatında, bir Türk kasabacığının ve kısmen kötülerin hayatı, bu kadar büyük bir kuvvetle ilk defa tasvir ediliyordu. Hatta mürteci münekkitler (gerici eleştirmenler) bile, eserin bedii kıymetini itiraf etmek mecburiyetinde kaldılar.”22

S. Ali, arkadaşı Cevdet Kudret’in bildirdiğine göre Kuyucaklı Yusuf’u üç kitaplık bir dizi olarak tasarlamaktaydı. Birincisi: Kuyucaklı Yusuf, ikincisi: Çine Kübra adını taşıyacak ve dağa çıkan Yusuf’un eşkiyalık günlerini hikaye edecekti. Üçüncüsü ise Yusuf’un dağdan inerek göçebe Yörükleri arasında geçirdiği yaşamı anlatacaktı.23 Yazar tasarladığı dizinin ancak birincisini yazabilmiştir. 1936’da Kuyucaklı Yusuf Tan gazetesinde tefrika edilirken ikinci öykü kitabı Kağnı yayınlanır. Kitapta toplam 13 hikaye vardır. Kitaba adını veren Kağnı çarpıcı bir köy hikayesidir.

Tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin komşusu Sarı Memet’i vurur. Hüseyin’in babası Mevlüt Ağa köyün imamını Memet’in anasına gönderir. İmam; “ülen kocakarı”, der, “dava edersen ne kazanırsın? Kim gider de Mevlüt Ağa’nın oğlu adam vurdu diye şahitlik eder?

Yaşlı kadın sonunda ‘iki sütlü keçi, bir torba un ve bir kese kağıdı şekerle ikna edilir, olay kapatılır. Fakat Hüseyin’le kavgalı olan bir köylü olayı hükümete haber verir. İki candarma gelir, ölüyü mezardan çıkarıp Memet’in anasını çağırırlar. “Koş bakalım kağnıyı! Oğlunu kasabaya götüreceksin! Doktor muayene edecek!” derler.

“Kadın kağnısını koştu, oğlunun kurtlanmış ölüsünü parça parça olmuş bir yorgana sardı, eski bir şilteyi kağnıya serdi, ölüyü bunun üzerine yatırarak hepsini birden bağladı. Bunları yaparken ikide bir duruyor, bir müddet ağlayıp kendi kendine söylendikten sonra tekrar başlıyordu. Gece olduktan sonra yola düzüldü.

….Ayakları birbirine dolaşıyordu. Öküzlere ‘ooho’ diye bağırmak istedi, sesi boğazından çıkmadı; elleri kağnıdan kurtuldu, yere yuvarlandı. (…) yüzü yolun beyaz ve kül gibi ince tozlarına gömüldü” (Kağnı)
‘Kağnı’da oğlunu kaybeden bir annenin yürek sızlatan hikayesi etrafında, köylünün toprak sorunu, zengin ağanın karşısında yoksulların çaresizliği ve devleti temsil eden jandarmanın acımasızlığı anlatılır.
S. Ali, Kağnı’da yer alan Fikir Arkadaşı, Bir Skandal, Düşman başlıklı hikayelerinde dönemin “sorumsuz, bilgisiz, tutucu, ikiyüzlü” aydınlarını ve memur takımını eleştirir. Bunlardan, N. Hikmet’in ‘Kanatimce ustalık bakımından S. Ali’nin en güzel hikayesi budur” dediği ‘Düşman’da polis tarafından aranan bir sanık uzun süre görüşmediği varlıklı bir arkadaşına sığınmak ister. Ev sahibi eski arkadaşını önce içeri alır, ancak bir süre sonra solcu olduğunu anlar. Misafirini yatırır, ama kendisi bir türlü uyumaz, türlü fikirler geçer aklından.

“Evet, kuvvet kendisinde idi ve bütün bir devlet polisleri, jandarmaları, mahkemeleri hatta bankaları, mektepleri ve gazeteleri ile kendisini koruyordu.(…) “bir düşmanı evimde saklamak beni koruyan kuvvetlere ihanet etmektir” diye düşünür. ‘Bir gün O ve onun gibiler hakim olursa’ bütün rahatı ve zenginliği elinden gidecektir.

Bu düşüncelerle odada dolaşırken gözü masadaki gazetelere ilişir, arkadaşının ismini görür. “…Bu adamın iyi bir tahsil görmüş olmasına rağmen… bugün sosyal nizam için bir tehlike haline geldiği ve cemiyetin sarih (açık) bir düşmanı olduğu….” Yazılıdır.

“Polis, izi üzerinde imiş… Ya benim evimde bulunursa?” diye düşünür ve birden korkuya kapılır. Gözünün önünden karakollar, hapishaneler, mahkemeler geçer bir bir. Etrafına bakınır sahip olduğu bu şeylerden ayrılma düşüncesi korkusunu iyice büyütür ve telefon ederek arkadaşını polise ihbar eder. Biraz sonra polisler gelir arkadaşını götürürler.

“Düşman”da artık farklı sınıfsal çıkarlara sahip iki eski arkadaşın durumu hikaye edilir. Arkadaşlardan biri toplumsal çıkarlardan yana ve bu nedenle polis tarafından aranıyor iken diğeri giderek bencilleşmiş, kişisel çıkarları uğruna arkadaşını ihbar edecek duruma gelmiştir.

30 Eylül 1937’de kızı Filiz doğar. Filiz henüz yedi aylıkken 1938’de askere çağrılır. S. Ali. Teğmen olarak Eskişehir’e gönderilir. Askerlik bitince Ankara’ya geri döner ve 1936-37 yılları arasında yazılmış beş öykünün yer aldığı, SES adlı kitabını yayınlatır. Ses’te ‘Köstence Güzellik Kraliçesi’ adlı öyküde aşk, geri kalan dört öyküde ise işçi ve köylülerin yaşamları konu edilir.

“Mehtaplı Bir Gece” başlıklı hikayede, kötü çalıma koşullarından dolayı hastalanan bir işçi yoksulluktan, bakımsızlıktan dolayı çalışamaz duruma gelir ve işten atılır. Bir süre akrabaları ve tanıdıklarının yardımıyla idare etse de en sonu sokakta kalır. Bir süre sonra açlığa ve ciğerlerindeki ağrılara dayanamayacağını hisseder ve ölmek ister. “Kimseyi rahatsız etmemek, kimsenin de rahatsız etmemesi için tenha bir yer bulur ölmek için. Bu sırada bir sokak kadını gelir yanına, hasta olduğunu anlar, alıp yoksul barakasına götürür. Ona “bir kardeş, bir ana, bir sevgili” ilgi ve şefkatiyle bakar ve iyileştirir.

Mehtaplı Bir Gece, S. Ali’nin işçileri mevzu ettiği birkaç hikayesinden biridir. Ancak burada da asıl vurgu kadının fedakarlığına, insanca davranışına yapılır. Zor durumda olan birine, eş-dost, akrabalar değil de tüm toplumun gözünde aşağı olan bir kadın yardım eder. Ölümün eşiğinden çekip aldığı bu hiç tanımadığı hasta adama bakar, başında oturup gözyaşı döker. Umutlarını yitirmiş adamda tekrar yaşama isteği uyandırır.
1937’de içişleri Bakanlığı ‘Türk Hikayeleri Antolojisi’ hazırlamak için çalışmalara girişir. S. Ali’den de ‘Atatürk Devrimleri’nin şekillendirdiği yeni Türk insanını anlatan bir hikayesini seçip göndermesi istenir. S. Ali İçişleri Bakanlığının bu talebini, “Hikayelerim arasında bir intihap yapabilmek kabiliyetinden öteden beri mahrum bulunmuş olmaklığım dolayısıyla şahsen bir tercihte bulunamayacağımı ve zaten yazılarım arasında mezkur müessesenin arzu ettiği –Kemalist Türkiye’nin yeni psikolojisini canlandıran, izah eden ve inkılabın forme ettiği yeni Türk insanını anlatacak mahiyette olan- hikayeler mevcut olmadığı için benim bu ontolojinin dışında bırakılmamın daha münasip olacağı düşüncesinde bulunduğumu arz eder, saygılarımı sunarım” diyerek reddeder.24

S. Ali, askerlik dönüşü Ankara musiki muallim mektebine atanır. Devlet Konservatuarında Carl Ebert’in çevirmeni, öğretmen ve dramaturg olarak çalışmaya başlar.
1939’da ikinci paylaşım savaşı başlar. Almanya Polanya’yı işgal eder. İki gün sonra İngiltere ve Fransa Almanya’ya savaş ilan eder. S. Ali savaş nedeniyle tekrar askere alınır. İstanbul Büyükdere’deki ekmekçi kolunda görevlendirilir. Aynı yıl ‘İçimizdeki Şeytan’ ulus gazetesinde tefrika edilmeye başlar.

S. Ali, bu ikinci romanında hem Nazi Faşizminden cesaret alarak örgütlenme, yayın çıkarma gibi faaliyetlerini yoğunlaştıran Hitler hayranı faşist yazarlarla bir tür hesaplaşma içine girer, hem de bu ırkçı-faşistlerin içine düşmüş, henüz nerede duracağını bilemeyen yarı-aydın sayılabilecek Ömer’in kişiliğinde toplumun bu kesiminin tembelliğini, sorumsuzluğunu eleştirir.

İç içe geçmiş konular yine bir aşk hikayesi etrafında döner. Ömer üniversite öğrencisidir. Bir gün okuldan arkadaşı Nihat’la birlikte dönerken vapurda Macide’yi görür ve aşık olur. Macide Edremit’ten İstanbul’a Emine teyzesinin yanına müzik eğitimi almak için gelmiştir. Tesadüf; Emine teyze ve Galip amca Ömer’inde uzaktan akrabalarıdır. Ömer bu rastlantıya çok sevinir, akşama akrabalarının yanına uğrar, ancak ev halkı üzgündür, Macide’nin babası ölmüştür. Sabah evden Macide’yle birlikte çıkarlar, okula kadar yürürler. Ömer bir akrabasının bulduğu pastanedeki işine gider, bir süre veznedar hafız Efendi ile sohbet ettikten sonra daha fazla duramaz, çıkar. Akşama doğru Macide’yi okuldan almaya gider. Yolda, Macide’ye aşkını ilan eder. Macide çok etkilenir. Sonraki günlerde de buluşup konuşmaya devam ederler. Macide bir akşam eve geç geldiği için azarlanır. Ancak asıl sebep bir süredir annesinden para gelmemesidir. Macide evden ayrılması gerektiğini anlar, birkaç parça eşyasını alıp sabahı beklemeden çıkar. Sokakta Ömer’le karşılaşır, birlikte Ömer’in evine giderler.

Ömer, sabah postanedeki işine gider, veznedar Hafız’a başından geçenleri anlatır. Akşama birlikte meyhaneye giderler. Sohbet koyulaşınca Hafız, hapse düşen kayınbiraderini kurtarmak için kasadan 200 lira aldığını, yerine koyamadığı için tedirgin olduğunu anlatır.

Ömer eve döner, arkadaşları Nihat ve Profesör Hikmet kendisini bekliyorlardır. Ömer’in evliliğini kutlarlar, sohbet sırasında Ömer Hafız’ın durumunu anlatır. Macide Ömer’in bu kötü bakışlı arkadaşlarından hiç hoşlanmaz.

Faşist örgütler içinde olan Nihat, Ömer’e yayınlar için paraya ihtiyaç olduğunu söyler ve veznedar Hafız’dan ihbar tehdidiyle almayı önerir. Ömer öfkeyle reddeder bu teklifi.

Bir akşam Profesör, Ömer’le Macide’yi saza davet eder. Orada Nihat, İsmet Şerif, Emin Kamil ve Hüseyin Bey’le karşılaşırlar. Ayrıca Macide’nin Edremit’teki ilk müzik öğretmeni Bedri’de oradadır. Bedri ile Macide o dönem birbirlerine yakınlık duymuşlar ancak hiç açılamamışlardır. Bedri Macide’yi görünce ona karşı hislerinin değişmediğini anlar ama belli etmez. Sonraki günlerde arada bir evlerine uğrar, Ömer’e maddi olarak destek olmaya çalışır. Ömer yine de Macide’yi kıskanır. Ve bir akşam ikisini baş başa sohbet ederken görünce Bedri’yi evden kovar. Sonra da pişman olup özür dilemek için arkasından gider. Parasızlıktan iyice bunalan Ömer, veznedarı tehdit eder ve 250 lira alır, sonra da yaptığından utanır, parayı kullanmak istemez, götürüp Nihat’a verir.
Faşist grup Ömer ve Macide’yi bir hayır derneğinin yemeğine götürür. Ömer burada eski kız arkadaşıyla karşılaşır, bütün gece onunla ilgilenir. Macide ise Ömer’in arkadaşlarının tacizleriyle başa çıkmaya çalışmaktadır. İsmet Şerif tuvalette sıkıştırmaya çalışır, profesör ise salonda rahat bırakmaz. Macide, bu olanlardan dolayı Ömer’e kırılır. Sabah Ömer’e bir veda mektubu yazar, bu sırada Bedri Ömer’in tutuklandığını haber vermek için gelmiştir. Birlikte Ömer’i ziyarete giderler ancak konuşacak bir şey bulamazlar.

Ömer tahliye edilir, Bedri’ye uzun bir konuşma yapar. Kendini suçlar, değişmeye niyetlidir, ancak bu uzun zaman alacaktır. Macide’yi daha fazla üzmek istemez, bu yüzden ayrılmaya karar verir. Bedri’den onu korumasını, eğer isterse onunla evlenebileceğini söyler, ikisine de mutluluklar diler.

‘İçimizdeki Şeytan’ dönemin aydın ve yazarları tarafından anti-faşist bir roman olarak değerlendirilir. S. Ali, romanın yazıldığı yılların baskıcı ortamından dolayı faşizmin ideolojik politik yüzene pek dokunamamış. Faşizmin kötülüğünü yarattığı karakterlerin ruhsal ve bedensel çirkinliklerinin uzun tasviriyle vermeye çalışmıştır. “Söylediğine göre S.Ali bu karakterleri yaratmamış yakın çevresindeki sağcı yazarlardan seçmiştir. Romandaki Nihat, Nihal Adsız’ı Profesör Hikmet, Mükrimin Halil’i, İsmet Şerif’te Peyami Safa’yı temsil etmekteymiş.”25

S. Ali Macide’yi tuvalette sıkıştırmaya çalışan İsmet Şerif’in o anki görüntüsünü şöyle tasvir eder:

“… Dik durmaya çalışan eğri bir baş üzerinde yandan ayrılmış seyrek ve kır saçları vardı. Yirmi beş mumluk lambanın altında parlayan bu saçların dibinde bir yara izi pembeliğinde kirli bir deri görülüyordu. Aynı derinin devamı gibi duran alın kısmında boydan boya uzanan buruşuklukların arasını yağlı ve kabarık etler dolduruyordu. Bal rengindeki gözleri dayak yemiş bir kedininkiler gibi ağır kımıldıyor ve gayet açık, gayet hayvanca bir ifadeyle bir şeyler istiyordu… Bütün yüzü çıkmaya başlayan sakallarının dibine kadar haşlanmış gibi kırmızı ve pırıl pırıl yağlıydı. Bu yağlar dudaklarının kenarında bir meze bakiyeleriyle karışarak daha iğrenç bir hal alıyordu. Üst dudağı titreye titreye burnuna doğru çekildikçe sarı uzun bir sıra diş ve dişetlerine yapışık birkaç maydanoz yaprağı görünüyor. Ve genç kızın üstüne rakı ve kutu sardalyasının ve mide usaresinin karışımından hasıl olan feci bir koku vuruyordu.” (İçimizdeki Şeytan sy.279)

İsmet Şerif böylesine iğrenç bir adamdır. Nihat ise kavgacıdır bencil ve çıkarcıdır. Zaman zaman söylevvari konuşmalarından bencilliğinin ve çıkarcılığının altındaki dünya görüşünün Hitlerin ‘Kavgam’ kitabındaki satırlarıyla birebir aynı olduğu görülür. İşte kendini ‘üstün insan’ sayan Nihat’ın faşizan düşünceleri:

“Yalnız şu kadarını söyleyeyim ki insanların zaaflarını mazur görmeye taraftar değilim. Kuvvetli olmak her şeyin fevkindedir (üstündedir) Kuvvet her hareketi mazur gösterebilir. Acizlere acıman ise sersemliktir” (a.g.e. s. 158)

“Dünyaya bizim gibi insanlar kendi kafalarında tasavvur ettikleri şekli vermeli ve koyun sürüsünden farkı olmayan halk ise sadece tabi olmalıdır” (age. S. 182)

Ömer, tüm başarısızlıklarının, zaaflarının suçunu ‘içindeki şeytan’a yükleyip kurtulma yolunu zorlamaktadır başlangıçta.

“Büsbütün başka bir hayat, daha az gülünç ve daha çok manalı bir hayat istiyorum. Belki bunu arayıp bulmakta mümkün… Fakat içimde öyle bir şeytan var ki… Bana her zaman istediğimden büsbütün başka şeyler yaptırıyor. Onun elinden kurtulmaya çalışmak boş… Yalnız ben değil, hepimiz onun elinde oyuncağız…” (s. 55)

Ancak, sonunda yaşadıklarından dürüstçe dersler çıkarıp içindeki şeytanı mahkum etmesi gerektiğini kavrar.

“… otuzuma yaklaşmaktayım… bugüne kadar ne yaptığımı düşündüm. Bir sıfırdan başka netice olamadım. Hayatta hiçbir şey yapmış olmamak gibi korkunç ve utandırıcı bir şey varmı? (…) İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim fakat neticesi aleyhime çıkarsa istediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi mesulunü bulmuştum; buna ‘içimdeki şeytan’ diyordum. Müdaafasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde haksızlığa tesadüfün çilesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması… içimizde şeytan yok… içimizde acz var, tembellik var. İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikati görmekten kaçmak itiyadı var…”
Bedri ise tutarlı, bilinçli, dürüst ve namuslu bir gençtir. Tüm bu çirkinliklerin içinde iyiyi, güzeli, güzel ve huzurlu bir geleceği temsil eder.

‘İçimizdeki Şeytan’ yayınlandığında, roman faşist çevrelerin şiddetli eleştirilerine maruz kalır. S.Ali’ye yönelik büyük bir yıpratma ve karalama kampanyası yürütülür. Hatta Nihal Atsız bu çevrede ‘İçimizdeki Şeytanlar’ adlı bir broşür yayınlar. Yıllarca sürecek olan karşılıklı hakaret davaları açılır.

S.Ali askerde iken bir tek teğmen maaşı ile evinin ve küçük kızı Filiz’in ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanır. Hakikat gazetesinin ‘siyasete bulaşmayan, sürükleyici aşk romanı’ siparişini kabul eder. Ve İstanbul Büyükdere’de kurulan ordugah çadırlarında “Kürk Mantolu Madonna”yı yazar. Asıl amacı para kazanmaktır. Ancak gazete sahibi romanın tutulmadığını bahane ederek para ödemek istemez. Bunu üzerine yazar romanı daha fazla uzatmadan bitirir.

“Kürk Mantolu Madonna” hazin bir aşk hikayesidir. Raif Erendi ile Maria Puder’in aşkı hikaye edilirken yüzeyselde olsa dönemin kadın-erkek ilişkileri irdelenir. Özellikle aşk ilişkisinde kadının erkek karşısındaki konumu sorgulanır.

Hikayede yazar, baş karakter Raif Efendi ile arkadaşının yardımıyla bulduğu yeni işinde tanışır. Raif Efendi ‘çevresine ilgisiz, sessiz sakin, kır saçlı, boğa gözlüklü’ bir adamdır. Şirketin Almanca çevirenidir. Bir gün hastalanır, yazar evine ziyarete gider. Raif Efendi yazardan bürodaki birkaç parça eşyasını getirmesini rica eder. Bu eşyalar arasında bir de defter vardır. Yazar defteri okumak için izin ister. Raif Efendi zorda olsa razı olur. Ertesi gün de ölür. Defterde Raif Efendi’nin yaşam öyküsü yazılıdır.

Raif Havran’lı zengin bir ailenin oğludur. Babasının isteği üzerine sabunculuk öğrenmek için Almanya’ya gider, Berlin’de bir pansiyona yerleşir. Bir sabun fabrikasına başvurur, fakat bu iş hiç ilgisini çekmez. O bir yandan dil öğrenmeye çalışır, bir yandan da bol bol okur, sergileri, müzeleri gezerek vakit geçirir. Bir gün bir sergide Maria Puder imzalı bir kadın portresi görür ve bu portreye tutulur. Öyle ki her gün gelip, saatlerce bu resmi izler.

Bir akşam sokakta resimdeki kadına rastlar, ne diyeceğini bilemez. Kadın gözden kaybolur gider. Ertesi gün aynı yerde bekler. Kadın yine görünür, bu sefer izini kaybetmemek için takip eder. Bir bara girdiğini görür. O da arkasından girer. Biraz sonra kadın elinde kemanıyla şarkı söylemek için sahneye çıkar. Başıyla selamlar Raif’i. Raif kadının her gün izlemeye gittiği portrenin ressamı ve modeli olduğunu ve kendisini tanıdığını anlar. O geceden sonra sık sık buluşur, parkları, sergileri, müzeleri gezerler birlikte. Maria, Raif’in arkadaşlığını kendisinden hiçbir şey istemeyeceğine dair şart koşarak kabul eder.

Yılbaşı gecesini bir barda birlikte geçirirler. Maria bir ara hüzünlenir dışarı çıkar. Raif onu bulduğunda kar altında durmaktan üşümüştür, alıp eve götürür. O gece birlikte olurlar. Maria sabah çok üzgün kalkar. Raif’i bir türlü sevemediğini anlar ve bir daha görüşmek istemediğini söyler.

Raif günlerce sevgilisinin evi önünde dolaşır ama kapısını çalmaya bir türlü cesaret edemez. Üzüntüsünden intihar etmeyi bile düşünür. En sonunda Maria’nın hastalanmış, hastaneye kaldırılmış olduğunu öğrenir. Ziyaretine gider. Maria onun sararmış, bitkin halini görünce etkilenir. Hastaneden çıkınca Raif ona iki hafta kadar bakar, iyileştirir. Karşılıksız gösterilen bu ilgi ve şefkatten etkilenen Maria, Raif’i sevdiğini ve ona bağlandığını hisseder. Bu sırada Raif, ailesinden aldığı bir mektupla babasının öldüğünü öğrenir. Acele Türkiye’ye dönmesi gerekmektedir.

Ayrılırken Maria Raif’e “Ne zaman çağırırsan gelirim” der. Bir süre mektuplaşırlar. Raif, işlerini yoluna koyduktan sonra Maria’yı çağırma niyetindedir. Maria, mektuplarında, geldiğinde sevindirici bir haber vereceğinden bahseder. Ancak mektuplar aniden kesilir. Raif üzüntüyle bekler, haber alamayınca kırılır, karamsarlığa düşer. İnsanın ‘en sevdiği, en güvendiği insan bunu yaparsa öbürleri ne yapmaz’ diye düşünür. Birkaç yıl sonra evlenir, çocukları olur, “bir nohut gibi şikayetsiz, şuursuz, iradesiz yaşayıp gider.”

Aradan on yıl geçer, tesadüfen Almanya’da kaldığı pansiyonun sahibesiyle karşılaşır. Maria’nın doğum sırasında öldüğünü, çocuğun ise yaşadığını öğrenir. Büyük bir utanç ve pişmanlık duyar. “Bir ölüye karşı duyulan hazin ve faydasız nedametle” kıvranır.

Bir akşam saatlerce sokaklarda dolaşır, üşütüp hastalanır. Artık yaşama isteği ve direnci kalmamıştır. “Gene dün akşam anladım ki hayatımdan o kadın çıktıktan sonra, her şey hakikiliğini kaybetmiş; ben onunla beraber, belkide daha evvel ölmüştüm” diye düşünür ve çok geçmeden de ölür.

S. Ali, bir aydın olarak kadınların toplumsal eşitlik ve özgürlük sorununa duyarlıdır ve yer yer öykülerinde bu konuya değinir. Yazar ‘Kürk Mantolu Madonna’da iki cins arasındaki eşitsizliğin bir yanını, kadının aşkta eşitlik ve özgürlük isteğini öne çıkartır.

“Kürk Mantolu Madonna” yani Maria Puder kişilikli, güçlü bir kadındır. Küçük yaşlardan itibaren yaşamın zorluklarıyla tek başına baş etmeyi öğrenmiş, bir erkeğe bağımlı olmadan ayakta durabilmeyi başarmıştır. Yaşamda ne istediğini de ne istemediğini de gayet net olarak ortaya koyar. Kadının erkek karşısındaki geleneksel rolünü kabule asla yanaşmaz.

“Bilhassa tahammül edemediğim bir şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu… Neden? Niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız? Niçin daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız? Niçin sizin yalvarışlarınızda bile bir tahakküm, bizim reddedişlerimiz de bile bir aciz bulunacak?” (s. 97)

Maria bütün erkeklere öfkelidir. “Dünyada sizden yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum biliyor musunuz? Sırf böyle en tabi haklarıymış gibi insandan birçok şey istedikleri için… Bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil… Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, halasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki… Kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini fark etmemek için kör olmak lazım. (…) Kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçmiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek. Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum.” (s. 82)

Maria, o güne kadar yaşadıklarından dolayı umutsuzdur, ama yine de kendisini aşağılamadan sevecek bir erkek arar.

“Benden bir şey istemeden, bana hakim olmadan, beni tezlil (aşağılama) etmeden beni sevecek ve yanımda yürüyecek bir erkek… Yani hakikaten kuvvetli, tam bir erkek…” (s.98)

Raif belki de tam olarak aradığı erkek değildir ama eğer bu dünyada Raif’i sevemezse bir daha hiç kimseyi sevemeyeceğini hisseder. Tanıdığı erkekler içinde, onu dinleyen, anlayan ilk erkektir Raif. İnce tabiatlı, özenli ve şefkatlidir. Maria’yı hiçbir karşılık beklemeden sevmiştir. Maria’da Raif’i sevdiğini, onunla mutlu olabileceğine inanır. Fakat Raif, onun sevgisine, bağlılığına güvenmemiş, bir süre haber alamayınca arayıp sormak yerine terk edildiğini düşünmüştür. Yıllar sonra gerçekleri öğrendiğinde ise duyduğu vicdan azabı ve pişmanlıkla daha fazla yaşayamaz, hastalanıp ölür.

1943’te “Yeni Dünya” yayınlanır. Bu kitaptaki hikayelerin çoğunluğu yine köy yaşamı ve köylüler üzerinedir. S. Ali’nin en güzel aşk hikayelerinden biri olan ‘Hasan Boğuldu’da bu kitapta yer alır. Hasan Boğuldu, hem güçlü doğa tasvirleriyle hem de aşıklar arasındaki şiirsel diyaloglarla etkileyici, hüzünlü bir aşk hikayesidir. S. Ali, farklı bir tarzda yazdığı bu hikayede halk deyişlerinden, şiirlerinden yararlanmıştır. Hikaye Edremit’in Kaz dağlarında geçer. Zeytinli kasabasında bahçıvanlık yapan Hasan pazarda yüksek abalı Yörük kızı Emine’yi görür, birbirlerine aşık olur iki genç. Hasan Emine ile evlenmek ister.

“Emine, bahar geçti, yaz geçti, leylekler yerine göçtü. Kış gelip dağları yolları kar örtmeden ya sen bana gel, ya ben sana geleyim”

Emine:
“Kışın derdi senden evvel benim içime çöktü, ayrılık günleri gelip çattı. Ne sen benim obamda edebilirsin, ne de ben senin köyünde… Artık sen beni unut, ben de seni unutayım” der.
Hasan “Emine gitme, burada kal” dese de dinletemez sözünü.

Emine: “Ben dağlıyım, bu çukur ovalarda kalamam, köyünüzün eli kınalı kızlarına katışamam, senin içine dert olur… Kızılbaş kızı geldi de Hasan’ı elimizden aldı derler benim içime dert olur… Hadi benim sarı Hasan’ım… bırak beni de dağıma gideyim” der ve o günden sonra pazarda Hasan’a görünmez olur. Hasan dayanamaz, bir gün yolunu keser.

“Emine”, der “ocağına düştüm! Deli gönlüm bizim çukur köyümüze sığmazsa, al beni obana götür! Ananı ana, babanı baba bileyim. İneğini sağıp, davarını güdeyim… Tek beni buralarda garip koyup gitme”
Emine’nin yüreği yumuşar. “Haftaya burada bekle de cevabımı al” der. Obasına varıp anasına, babasına danışır. Önce razı gelmezler, ama bakarlar ki kızları sevdalı “olur” derler. Ancak, ‘bir sına bakalım, senin yiğidin yüksek obalı Emine’ye er olabilecek adam mı?” Emine kabul eder. Sınav ağırdır, ama başka da çare yoktur. 40 okka tuz alır kasabadan Hasan’ın beklediği yol ayrımına gider. Hasan bu tuz çuvalıyla hiç durup dinlenmeden yüksek obaya tırmanabilirse, muradına erebilecektir.

Hasan tereddütsüz çuvalı sırtlanır, epeyce tırmanır, ancak bir süre sonra tuzlar sırtını yakmaya başlar, dayanamaz. Gökbüvet denilen yerde dizleri bükülür, olduğu yere çöker. Emine çuvalı Hasan’ın elinden alıp sırtına vurduğu gibi ardına bile bakmadan yürür gider. Hasan arkasından bağırır: “Emine, obana gelemem, köyüme dönemem, beni buralarda koyup gitme!” Emine obaya varır, çuvalı bir kenara atıp yere yığılır, bir süre sonra yerinden fırlayıp “Duydunuz mu Hasan beni çağırıyor” der. Anası babası eylemezler Emine’yi, hep birlikte dağı taşı ararlar günlerce. Emine: “Hasan’ım ses ver de yanına varayım” diye bağırdıkça dağlarda ses verir; “Eminem, ben senin ardından gelemedim, sen benim ardımdan gel” dermiş.

Hasan’ın yemenisini Gökbüvet’te bulurlar ve orada boğulduğuna inanırlar. Obalılar o günden sonra oraya ‘Hasan Boğuldu’ derler. Emine’de bir gün ‘Hasan beni çağırıyor’ diyerek Gökbüvet’e gider ve oradaki koca çınara Hasan’ın yemenisiyle kendini asar…

Geride Emine’nin ağzından yakılan ağıtlar kalır.

Uzaklardan sesin aldım;
Çevreni derede buldum
Nereye gittiğin bildim
Hasanım ardından geldim
(…)
Sarp dağlara getirdiğim
Kavuşmadan yitirdiğim
Ak kefensiz yatırdığım
Hasanım ardından geldim
(…)
Sabahattin Ali öykülerinin bir çoğunda küçük kent ya da köylerde bedenlerini satarak yaşayan, sazlarda şarkı söyleyip oynayarak, sarhoşları eğlendirerek para kazanan kadınlarla, onların yaşamlarıyla ilgili yazmıştır.
Yazar bu öykülerinde “toplumsal ortamın bozduğu bu kadınların” yaşamları boyunca itilip kakılmalarını, insan yerine konulmamalarını ve yaşamlarındaki türlü zorlukları dramatik bir biçimde hikaye eder.
Kitaba adını veren “Yeni Dünya” adlı öyküde böyle bir kadının acıklı öyküsüdür.

Yeni Dünya, gençliği güzelliği ile ün yapmış fakat hastalanmış, birkaç yıl içinde çökmüştür. Yine de çağrılı olduğu düğünlere, şenliklere gidip oynar, rakı dağıtıp hovardaları eğlendirmeye, para kazanıp geçinmeye çalışır.

Hüseyin Ağa’nın küçük kardeşinin düğününe çağrılıdır. Düğünevi şehirden ve kasabadan gelen misafirlerle doludur. Aşık sazı eline alıp çaldıkça, Yeni Dünya’da oynamaya durur, ama kimseye beğendiremez oyununu. Hancı Yakup Ağa, Hüseyin’i yanına çağırıp; “ülen bu sıska avradı nereden buldunuz, düğününüze hiç yakıştıramadım” diyerek azarlar. Yakup Ağanın isteği üzerine kasabadan deli Emine çağrılır. Deli Emine gelir, odadakilerin tüm dikkatlerini üzerinde toplayana dek döner durur. Sonra bir köşede büzülmüş oturan rakibesine dönerek, “Ne oturup duruyon, kalk da beraber oynayalım” der. Yeni Dünya bir an tereddüt eder, sonra fırlayıp kalkar. Deli Emine’den geri kalmamak için bütün hünerlerini gösterir, sonunda da halsiz düşer. Ertesi gün, 9 saatlik yola gelin almaya gidilir. Yeni Dünya bakar ki kımıldayacak hali kalmamış, yaşlı bir kadının evinde yatar kalır. Sabah düğün alayı gelini alıp yola düzülür. Epeyce yol aldıktan sonra arkalarından bir çocuk yetişir; “Hani o avrat. Ninemin evinde koyup gittiğiniz avrat…” diyerek çabuk çabuk anlatmaya çalışırken, arkasından yaşlı kadında yetişip bağırmaya başlar:

“Bakın şunlara… Allahtan korkmazlar. Hasta karıyı başıma sardıkları yetmedi de, şimdi ölüsünü üstüme yıkıp gidiyorlar.” Hüseyin şaşırır: “Öldü mü ki!”

“Öldü dedim ya sabaha kadar ah dedi, of dedi, beni uyutmadı. Ortalık ağarırken içim geçivermiş; deminden uyandım baktım sesi çıkmaz, yorganı çektiydim, amanın ne göreyim! Ağzından kan boşanmış da yatağı yastığı belemiş! Çenesi düşüvermişte gözleri belirivermiş!..”

Yeni Dünya’yı gelin evinden getirtilen eski bir kilime sarıp arabanın bir kenarına uzatırlar. Kafile tekrar yola koyulur…

Dönemin hükümetinin özenle beslediği faşist çevrelerin S. Ali ve ilerici, aydın ve yazarlara, bilim adamlarına saldırıları yoğunlaşır. 1944’te Nihal Atsız çıkardığı Orhun dergisinde Başbakan Şükrü Saracoğlu’na ‘açık mektup’ yayınlar. “Burada Nihal Atsız hükümetin solculara ve sol dergilere hoşgörü gösterdiğini iddia ediyor. Orhun’un 1 Nisan 1944 günlü sayısında ise “maarif sahasına girmiş olan komünistlerden” söz ediyor; Sabahattin Ali, düpertev Naili Boratav, Prof Sadrettin Celal ve Ahmet Cevat’ın adlarını anıyor; bu kişileri önemli görevlerde tutan misafir vekili’nin (Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel) görevden çekilmesi gerektiğini söylüyordu.”26

S. Ali, Nihal Atsız’a bu yazıda kendisine “vatan haini” dediği için dava açar. Davanın görüleceği 26 Nisan’da faşistler adliyede ve Ankara sokaklarında gösteriler yaparlar. Mahkemelerde Nihal Atsız’ı alkışlar; Kahrolsun Komünistler’ diye slogan atıp sokaklarda polisle çatışırlar. Mahkeme Atsız’ı suçlu bulur, 4 ay hapis 100 lira da manevi tazminat ödemeye mahkum eder, ancak ceza ertelenir.

Bu ertelemenin üzerinden çok geçmeden, 17 Mayıs 1944’te aralarında Nihal Atsız’ında bulunduğu bir grup faşist tutuklanır. Zira ikinci emp. paylaşım savaşında sona yaklaşılmış, faşizmin Sovyet ve Doğu Avrupa halkları karşısında yenileceği anlaşılmıştır. Türkiye savaşa fiilen katılmaz, ama savaş boyunca SSCB, Fransa ve İngiltere ile imzaladığı tarafsızlık anlaşmalarını çiğneyip Hitler’e yardım eder. Alman silah fabrikalarının krom ihtiyacını karşılar. Türkiye 1944 yılı ortalarında, hem değişen dengelere ayak uydurmak hem de ABD ve İngiltere’den kesilen yardımları yeniden alabilmek için Almanya ile tüm ilişkilerini keser. Bu dönemin koşulları gereği göstermelik olarak tutuklanan Nihal Atsız ve tayfası ise kısa bir süre sonra aklanıp serbest bırakılırlar.

Nihal Atsız’la yaşanan olaylar S. Ali’nin konservatuardaki öğretmenliğine ve diğer görevlerine son verilmesine sebep olur. S. Ali, dönemin Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’e bir mektup yazar. Mektupta Bakanlığın, hakkında aldığı kararı yerinde bulduğunu ve genel olarak siyasi düşüncelerini açıklar.

“Hükümet memuru olmanın bana yüklediği idari vazife ile muharrir hüviyetimin artık bağdaşamaz bir hale geldiğini son senelerde açıkça hissediyordum. …Kendimi ve eserlerimi inkar edip yazı yazmaktan vazgeçmedikçe, siyasi mücadeleden kaçınmamın imkansız olduğuna kesin şekilde hükmettim. Uzun uzadıya düşündüm. Sükun ve rahatı seven mizacımı, karımı, çocuğumu göz önünde tutarak memurluğa devam mı etmeliydim, yoksa memlekette çok okunan, sevilen… bir muharririn sosyal vazifelerini düşünerek açıkça mücadeleye mi atılmalıydım? Bana bu sonuncu vazife daha mühim, daha lüzumlu ve daha kaçınılmaz göründü.
(…)

Bundan başka, dünyanın dev adımlarla sosyalist bir iktisadi nizama gittiği inkar edilemezdi. Hele bizim gibi istihsal seviyesi pek düşük olan bir memleketi yüksek medeniyet seviyesine ancak sosyalizm çıkarabilirdi. Fakat yurdumuzun birçok bölgeleri ekonomik ve sosyal bakımdan henüz pek iptidai bir vaziyette bulunduğu, halkımızın kültür seviyesi sosyalizmi kavramasına müsait olmadığı için, kanaatimce biz de bu yolda yapılacak iş, sosyalist cemiyete geçiş için gereken şartların hazırlanmasına hizmet etmek olabilirdi.” 27

S. Ali bu düşüncelerle tam olarak ne yapacağına henüz karar verememişken Cami Baykurt’la tanışır. Birçok konuda hemen hemen aynı görüşlere sahip olduklarını görür. O da “her milletin kendi sosyalist nizamını kendi bünyesine göre kurması hususunda” S. Ali gibi düşünmektedir. Bir süre sonra Cami Baykurt, S. Ali’den oğlunun çıkarmak istediği günlük siyasi gazeteye fikri katkılarını ister. Sonradan işe, S. Ali’nin yirmi yıllık dostu Esat Adil Müstecaplı’da katılır. Üç ortak, türlü zorlukları aşarak 1 Aralık 1945’te ‘Yeni Dünya’ adlı gazeteyi çıkarırlar.

Yeni Dünya’nın dördüncü sayısının çıktığı gün, yani 4 Aralık 1945’te tarihe ‘Tan Olayları’ diye geçecek faşist saldırılar gerçekleşir.

Hükümet, (CHP) Zekeriya Sertel’in sahibi olduğu Tan ve Tan çizgisindeki gazetelerden rahatsızdır. Bu gazeteleri susturmak, ilerici yazarlara ve tüm muhalif kesime gözdağı vermek istenir. Ancak, tek ve asıl amaç bu değildir elbette.

Sosyalizm, Doğu Avrupa devrimleriyle dünyanın üçte birini kapsar hale gelmiştir. Emperyalizmin yeni efendisi ABD, Sovyetlerin ve sosyalizmin maddi ve manevi gücünün artmasını önlemek için Avrupa ülkelerine yardım kararı alır. Adına Marshall Planı denen bu yardımlar öncelikle savaşta yıkıma uğramış ülkelere ve ‘komünizm tehlikesi’ altında olan ülkelere verilecektir. Türkiye savaşa girmediği için birinci grupta değildir. İkinci gruba girebilmek, yani ülkenin, komünizm tehdidi altında olduğuna ABD’yi ikna etmek için bir saldırı tertipler. Saldırın başlama işaretini de Hüseyin Cahit’in Tanin gazetesinde büyük puntolarla yayınlanan “Kalkın Ey Ehli Vatan” başlıklı yazısı verir. Ellerinde sopalar ve balyozlarla yürüyüşe geçen bir grup faşist, Tan, Görüşler, Yeni Dünya, Gün, La Turquie”nin yönetim ve basım yerlerine saldırır. Makineleri parçalar, kağıtları yırtarlar. ABC, Berrak ve Lena Kitapevlerinin camları kırılır, kitaplar paramparça edilir. Ancak bütün bu tertipler bu vahşet ABD’yi ikna etmeye yetmez. ABD o yıl Türkiye’yi Marshall Planına dahil etmez.

S. Ali yeniden işsiz kalır. Üstelik büyük maddi zarara uğramıştır. Bir süre Türkiye Sosyalist Partisinin yayın organı “Gerçek” gazetesinde yazar. Daha sonra Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’la ‘Markopaşa’ adlı gazeteyi çıkarırlar.

Rıfat Ilgaz, o günleri şöyle anlatır anılarında:
“Aziz’le bilfiil çalıştığımız Gerçek gazetesi sıkıyönetimce kapatıldığı günlerde yeni neşriyat planları çiziyorduk. Unkapanı köprüsünü yayan geçtiğimiz geceler Makropaşa isimli bir mizah gazetesi de bu tasavvurlar arasında idi. Aziz bu gazetenin tutacağına hepimizi ikna etmişti… Tayinimin neticeleneceği akşamdı. Sabahattin’e rastladım. Yanında bizim vekaletin ileri gelenlerinden bir arkadaş vardı. Beni bir çekerek, “Aziz’le anlaştım Makropaşa’yı çıkarıyoruz, göreceksin nasıl tutacak!” dedi. Ben tasdik edince çok memnun oldu.” 28

Makropaşa 25 Kasım 1946’da yayınlanmaya başladığında gerçekten de muazzam bir ilgiyle karşılanır. Dönemin en çok satan (60 bin) gazetesi olur. Markopaşa, haftalık, siyasi mizah gazetesi olarak yayınlanır. Başyazı hariç diğer yazılar mizahi bir dille yazılır. Böylece Türkiye’de ilk defa mizahla siyaset yapılmış olur. Ancak, Markopaşa’nın ömrü pek uzun olmaz. 16 Aralık 1946 tarihli dördüncü sayısında çıkan ‘Topunuzun Köküne Kibrit Suyu’ başlıklı yazı dolayısıyla gazete sıkıyönetimce toplatılır. “Cemil Sait Barlas’la ilgili olan bu yazıyı Aziz Nesin yazmıştır, ama üstünde imzası bulunmadığından Markopaşa’nın sahibi ve sorumlusu olan S. Ali içeri alınır. Ayrıca ‘Nereye gidiyoruz’ adlı broşür yüzünden Aziz Nesin’de tutuklanır. 17 gün sonra S. Ali, ondan bir gün sonra da Aziz Nesin bırakılır.”29

Markopaşa, üst üste uğradığı kovuşturmalardan dolayı 16 Mayıs 1947 günü kapatılır. S. Ali on gün sonra Merhumpaşa’yı çıkartır. Sonra da Malumpaşa’yı… sonra da diğerlerini. Markopaşa, ilk çıktığı günden itibaren polis takibine alınır, türlü baskılara uğrar. Malumpaşa’nın ilk sayısına yazdığı başyazıda, S. Ali isyan ederek bu gazetenin başına gelenleri anlatır. “Bir gazete çıktı… 1947 yılında, Türkiye Cumhuriyeti hudutları içinde, dünyanın en medeni şehirlerinden İstanbul’da. Bu gazete ancak 22 sayı çıkabildi. Bu 22 sayı ile Türkiye’de baskı rekoru kırdı: 60 bin basarak birçok para kazandı. Fakat kendisine, tahmin edilemeyen zorluklar çıkarıldığından, tek yolunda yürüyebilmek için, muhtaç olduğu teknik vasıtalara ve bunların insafsız ve korkak sahiplerine hayret edilecek yüksek fiyatlar ödeyerek, korkak ve aç gözlerini para ile doyurdu.
Bu 22 sayıda, hiçbir gazeteye yapılmadık şekilde ona, gazeteler insafsızca hücum ettiler, iftira ettiler. Matbaacılara basmamaları için gizli emirler verildi. Bayiler, satmamaları için, el altından tehdit edildi. Bu gazeteyi satıp ekmek parası kazanan çıplak ayaklı 7-8 yaşlarında çocuklar toplanarak, parmak izleri alınmak suretiyle, sabıkalılar sınıfına ithal edildi.”

22 sayıda, İstanbul, Ankara ve İzmir’de, daha başka vilayetlerde, 33 defa nümayişler tertip ettirildi. Gazeteler yırttırıldı, ayaklar altında çiğnetildi. Hatta şöyle bir vaka oldu: Bir vilayette, işçilere para dağıtarak, bu gazeteyi alıp yırtmaları, miting yapmaları için emir verdiler. Filhakika miting yapıldı amma, işçiler kendilerine verilen para ile söylenen gazeteyi değil, ulus gazetesini alıp yırttılar.

(…)
Ya…. İşte böyle efendim, neler geldi o gazetenin başına neler…”30

Markopaşa’nın ve ardıllarının başına gelenler ve genel olarak aydınların, işçi ve emekçi halk üzerindeki baskıların artması, toplumsal muhalefetin geldiği düzeyle yakından ilgiliydi.

Dönemin tek partisi olan CHP 1940-1947 yılları arasında ticaret ve sanayi burjuvazisinin ve büyük toprak sahiplerinin servetlerine servet katmaları için elinden geleni yapar. CHP iktidarının her politikası, savaş ekonomisinin ağır yükünün işçi ve emekçi yığınların sırtına yüklenmesi, sermaye ve toprak sahipleri için ise son derece elverişli sömürü ortamının yaratılması, bu ortamdan ustalıkla yararlanan büyük tüccar ve toprak sahiplerinin olağanüstü karlar elde etmesiyle sonuçlanmıştır.”31

Bu sömürü ortamının yaratılması için yapılan yasal düzenlemelerden biri Milli Korunma Kanunu’dur. (MKK) 18 Ocak 1940’ta çıkarılan MKK, büyük toprak sahipleri ile sanayicilerin rant ve karlarının belli bir düzeyin altına düşmemesi için devletin her türlü müdahalesine olanak sağlarken, işçilere ve küçük mülk sahibi köylülere de kölelik koşullarında zorunlu çalışma dayatır. Yani hükümet, bu kanun uyarınca sermayeye ucuz işgücü sağlamak için işçileri istediği sanayi kuruluşunda ‘emsal ücret’ ödemek kaydıyla zorla çalıştırabilir. Eğer işçiler zorunlu çalışma sırasında kaçarlarsa, zabıta kuvvetleri tarafından yakalanıp işyerlerine sevk edilecekler, sevk masrafları da ücretlerinden kesilecektir. İşçi ve emekçilerin, yoksul köylünün hali ortaçağ’ın kölelik koşullarını aratmayacak haldedir. Devlet memurları dışındaki tüm ücretlilerden, yüksek oranlarda ‘kazanç vergisi’ kesilir. Hayat pahalılığı yüzde 500 civarındadır. Yolsuzluk, vurgunculuk, karaborsa milleti canından bezdirecek bir hal alır. Bir avuç azınlık muazzam servetler biriktirip savaş zengini olurken, sefalet git gide derinleşir. O yıllarda Behice Boran’ın çıkardığı Yurt ve Dünya gazetesi “muhtekirlere karşı her gün biraz daha yoksulluğun arttığını hissedenlerin diş gıcırtıları açıkça duyuluyordu…” diye yazar.

Hükümet 1942’de varlık vergisi Kanunu çıkartır. Kanun kağıt üzerinde tüm toplumu kapsayacak şekilde düzenlenmiş olsa da, uygulamada hedefi Müslüman olmayan azınlık burjuvazisi olur. Müslüman olmayan tüccar ya da sanayiciden yüksek oranlarda vergi istenir. Ödenmesi için 15 gün süre tanınır. Ödeyemeyenler Aşkale’ye çalışma kamplarına gönderilir. Çoğunluk, Aşkale’ye gitmemek için malını, mülkünü yok pahasına satar. Varlık vergisi 16 ay boyunca yürürlükte kalır. Bu süre boyunca 1400 kişi Aşkale’ye gönderilir. Bu kamplarda 21 kişi yaşamını yitirir. Varlık vergisi kanunuyla toplanan vergilerle hem devlet bütçesindeki açıklar kapatılır, hem de sanayi burjuvazisine önemli kaynaklar aktarılır.

CHP sanayi burjuvazisine kaynak arayışı sırasında o güne kadar çıkarlarını büyük bir ihtimamla koruduğu büyük toprak sahiplerini vergilendirerek, rantlarından bir kısmına el koymaya kalkar. Bu amaçla iki yasa çıkartır. Ancak bu yasalar, büyük toprak sahiplerinin sert muhalefetiyle karşılanır. CHP sonrasında çeşitli ödünler verse de büyük toprak sahipleri bu girişimi unutmazlar ve CHP’den desteklerini çekerler. Böylece, toplumun hemen her kesiminin desteğini kaybeden CHP’nin miadını doldurmuş olduğu anlaşılır. Asıl korku işçi ve emekçilerin hoşnutsuzluğundan ve öfkesinden duyulur. CHP kadrolarından Hikmet Bayur bu korkuyu şu sözlerle ifade eder:

“… Bugünkü halin devamı… büyük bir tehlikedir. 30-40 bin kadar savaş zengini milyoner türemiştir. Bunlarında ölçüsüz israfları seviye yükselmesi mi sayılacaktır? Halk iktisadi durumdan… o kadar bıkmıştır ki bazen bu durumu baştakilerin kabiliyetsizliklerine değil de bazı prensiplere atfediyor. Yani devletçilik, sanayileşme (gibi) prensiplerin bu vaziyeti ihdas ettiği zannına kapılıyor. Bir zaman, illallah bu devletçikten, illallah bu sanayileşmekten diyenler çıkacaktır. Ve bu öyle bir hal alacaktır ki, kimse önünde duramaz… Bir fırtına esiyor… Onu görmemek…. Fena ve acı bir şeydir…. İşleri daha iyi yapacak bir hükümetin gelmesini istiyorum.”32
Ve CHP’nin izniyle, CHP içinden çıkan kadrolar Demokrat Parti’yi (DP) kurarlar. Böylece 1946’da DP’nin kurulmasıyla çok partili döneme geçilmiş olur. Ancak bu, iddia edildiği gibi Türkiye’ye demokrasi getirme isteğinden, demokrasinin gelmiş olmasından değil, tamamen “bugünkü halin devamının büyük bir tehlike” olduğunun görülmesindendir.

DP’nin kurulması, siyasal partilerin kurulmasının önünü açar. Ard arda sosyalist partiler kurulmaya başlanır. Türkiye Sosyalist Partisi, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi, Türkiye İşçi ve çiftçi Partisi, Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi Mayıs 1946’da ard arda kurulur.

Bu partilerin en önemlilerinden Şefik Hüsnü’nün kurmuş olduğu Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi ve Esat Adil’in kurduğu Türkiye Sosyalist Partisi 16 Aralık 1946’da sıkıyönetim komutanlığınca yayınlanan bir bildiri ile kapatılır.

Partiler kapatılır, arkasından sendikalar yasası çıkar. Ancak, sendikaların sadece birer meslek örgütü olduğu, siyasetle ilişkisinin kurulamayacağı yasal hükümlere bağlanır. Sendikalara grev hakkı verilmez. Bu hükümlerin dışına çıkan sendikalar kapatılır, diğerleri hükümet güdümünde faaliyetlerini sürdürmeye devam ederler.

Yine 16 Aralık bildirisi ile “memleketin siyasi ve hukuki nizamını bozma yolunda propaganda yapan!” Sendika, Ses, Nar-or, Gün, Yığın ve Dost gazeteleri yasaklanır. Bunları basan matbaalar kapatılır.

CHP iktidarı bir yandan işçi ve emekçilerin öfkesini denetim altında tutmak, güçsüz ve örgütsüz bırakmak için bir takım önlemler alırken diğer yandan da faşist beslemelerine yeni saldırılar düzenlettirir. Zira ABD’nin Marshall yardımlarına hala şiddetle ihtiyacı vardır. Bu nedenle – Türkiye’de komünizmin büyük tehlike oluşturduğunu bir kez daha göstermek için!- 19 Nisan 1947’de İzmir’de faşist öğrenciler, Mehmet Ali Aybar’ın sahibi olduğu ‘Zincirli Hürriyet’ gazetesinin basıldığı yere saldırıp tahrip ederler. 4 Aralık 1947’de, yani, Marshall planı’nın görüşüleceği hafta, Ankara Dil-Tarih-Coğrafya fakültesinde solcu hocalara karşı terör estirilir, olaylar çıkarılır. ABD yardımlar konusunda yine isteksizdir…

Sahabattin Ali, Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin Markopaşa’yı işte bu koşullarda çıkarmaya çalışırlar.

S. Ali, 28 Mayıs 1947’de tekrar tutuklanır. Markopaşa’nın 16 Aralık sayısındaki Sait Barlas’a hakaret davası sonuçlanır, S. Ali 3 ay hapse mahkum edilir. Önce Sultanahmet, daha sonra da Paşakapısı cezaevlerinde yatar. Çıktıktan sonra Markopaşa’nın takipçisi olan Alibaba’yı çıkartır. Alibaba, kağıt, basım, dağıtım konusundaki türlü engellemelerle ancak 4 sayı çıkartılabilir ve kapanır.

Aynı yıl “Sırça Köşk” adlı hikaye kitabı yayınlanır. Bu kitapta 13 hikaye, dört de masal vardır. Masallardan biri, yazarın kendi deyimiyle “suya sabuna dokunmayan bir aşk masalı’dır.” Diğer üçü; ‘Devlerin Ölümü’, ‘Koyun Masalı’ ve ‘Sırça Köşk’te ise sistem eleştirisi yapılır. S. Ali dönemin baskıcı, sansürcü ortamından dolayı düşüncelerini masal tarzında yazmayı dener. Ancak bu deneme, dönemin iktidarının gözünden kaçmaz. Kitap yayınlandıktan kısa bir süre sonra kitaba adını veren ‘Sırça Köşk’ masalı bahane edilerek bakanlık kararıyla toplatılır.

Bu masalda, çalışmayı sevmeyen, başkalarının sırtından geçinen üç arkadaş vardır. Bunların yolu, insanlarının hep birlikte üretip, hep birlikte tükettikleri bir şehre düşer. Üç kafadar bu şehirde çalışmadan yaşamak için bir plan yaparlar.

Planladıkları gibi, şehirde sokak sokak dolaşıp bir şey arıyorlarmış gibi yapar. “Allah, Allah, amma acayip memleket” diye şaşırıp, söylenirler. Halk toplanır, ne aradıkların sorarlar. Kafadarlar:
“Yahu, sizin memleketin sırça köşkü nerede? Hiç sırça köşksüz şehir olur mu?” derler.

İyice şaşıran halkı sırça köşkün ne lüzumlu bir şey olduğuna ve bir memlekette mutlaka bulunması gerektiğine ikna ederler. Başka memleketlerden geri kalmak istemeyen şehir halkı, sırça köşkün yapımı için gerekli malzemeyi temin eder, insan ayırır, bu insanların yiyeceğini giyeceğini sağlar.

Üç arkadaş camdan yaptıkları köşkün ilk katını bitirip içine yerleşirler. Halk sevinir, artık ‘Sırça Köşk’leri vardır. Az sonra üç kafadar “Burası bize ve hizmetimize bakanlara dar geliyor, bir kat daha çıkmak lazım” derler.
“Sırça Köşk yükseldikçe yükselmiş, içi doldukça dolmuş. Sırça Köşk’e girmenin kolayını bulan oradan çıkmak istemezmiş. Ama Sırça Köşk’te oturanlarla, onlara hizmet edenleri beslemekte halkın belini pek bükmüş.” (Sırça Köşk)

Ellerinde kalan son koyunlarını da getirip bırakan halk, söve söve dağılırken, ‘onların böyle homurdandığını, artık verecek bir şeyleri kalmadığı için korkacak bir şeyleri de olmayacağını fark eden kafadarların elebaşısı’ öfkeli kalabalığı yumuşatabilmek için kesilen koyunların kellelerini halka dağıttırır. Kelleleri alanlar bakarlar ki, ne beyin bırakılmıştır yerinde, ne göz, ne de dil.

“Aralarında canından bezmiş biri ‘böyle başın bana lüzumu yok!” diyerek, boynuzundan tuttuğu gibi kelleyi fırlatıvermiş. İşte o zaman herkesin şaştığı bir şey olmuş; hızla gidip Sırça Köşk’e çarpan kelle orada ‘şangır!…’ diye koskocaman bir gedik açmış. Halk Köşk’ün bu kadar çürük olduğunu görünce elindeki kelleleri birbiri ardına fırlatmaya başlamış. Göz açıp kapayıncaya kadar tuzla buz olan sırça köşk çökmüş, yıkılmış.” a.g.e

Sabahattin Ali, Alibaba kapatıldıktan sonra, M. Ali Aybar’ın zincirli Hürriyet gazetesinde yazmaya başlar. 5 Şubat 1948’de burada yazdığı “Asıl Büyük Tehlike Bugünkü İktidarın Devamıdır” başlıklı yazısından dolayı kovuşturmaya uğrar. Yazıda, daha CHP saflarındayken, ‘Bugünkü halin devamı büyük tehlikedir’ diyerek, bu tehlikeyi bertaraf etmek için Demokrat Parti’yi kuranlar arasında yer alan Hikmet Bayar’ın bu sözüne gönderme yapılarak, hem iktidardaki CHP, hem de DP eleştirilir. Bu kovuşturma sonuçlanmadan, Merhumpaşa’nın 26 Mayıs 1947 tarihli sayısında yayınlanan ‘Mahkeme Koridorlarında’ başlıklı yazısında ‘adaleti tahkir’ gerekçesiyle tutuklama kararı çıkar. S. Ali tutuklama kararını öğrenince hapse girmemek için İzmir’e gider. Sonra fikir değiştirip İstanbul’a döner ve tutuklanır. On bir gün sonra çıkarıldığı ilk mahkemede salıverilir.
Cezaevinden çıktıktan sonra her şey daha da zorlaşır Sabahattin Ali için. İşsizdir, yazılarını yayınlatacak yer bulamaz. Hiçbir yerde yazmadığı halde, burjuva basında karalamalar, saldırılar eksik olmaz. Sürekli polis takibine maruz kalır.

“Sabahattin Ali, baskıdan iyice bunalmıştı… Ne çalışabiliyor ne yazabiliyor, ne de yaşayabiliyordu. Dostlarından Rasih Nuri İleri’nin Nişantaşı’ndaki evinde saklanıyor, polise yakalanmamak için tebdil dolaşıyordu. Paltosunun yakasını kaldırıyor, kasketini öne eğiyor, boynuna eşarbını iyice sarıyor, öyle sokağa çıkıyordu. Boş zamanlarında durmadan okuyor, kitaplara yeşil kalemiyle notlar alıyordu…”33

S. Ali daha fazla dayanamaz Fransa’ya gitmeye karar verir, ancak pasaport alamaz. Yurtdışına çıkmak için başka yollar araştırmaya girişir. Cezaevinden tanıdığı Hasan Tural’a gider ve hazırlıklara başlarlar. S. Ali, kaçakçı Ali Ertekin’i son dönem nakliyecilik yapmak üzere aldığı kamyonete muavin olarak alır, yola çıkarlar. Durumu ailesinden dahi gizler. Edirne’ye peynir götüreceğini söyleyerek ayrılır İstanbul’dan. Dostu Rasih Nuri İleri’ye biri avukatı ve dostu M. Ali Cimcoz’a, diğeri de eşi Aliye’ye verilmek üzere iki mektup bırakır.

S. Ali’den aylarca haber alınamaz. 16 Haziran 1948 günü Kırklareli’nin Sazara köyü yakınlarında koyunlarını otlatan bir çoban ormanda bir çatlağın içinde çürümüş bir erkek cesedi gördüğünü ihbar eder. Bulunan cesedin S. Ali’ye ait olduğu, öldürüldüğü 2 Nisan 1948 gününden tam altı ay sonra, Ali Ertekin’in S. Ali’yi “milli duygularla” öldürdüğünü ‘itiraf edince!’ anlaşılır. Ali Ertekin sorgu yargıçlığına verdiği ifadede olayı soğukkanlılıkla şöyle anlatır:

“…Türk milletine fenalık için harice kaçmak isteyen bir canavar olduğunu anladım… İşte bu milli düşünce ile birdenbire irademi kaybederek elimdeki sopa ile kitap okumakta iken kafasının sol tarafına yüzüne doğru şiddetle vurdum. Suratı, gözlükleri, kulağı kan içinde kalmıştı, arkasından aynı yere şiddetle bir daha vurdum. Baktım hafif hafif nefes alıyordu, bu defa üçüncü bir darbeyi ensesine vurunca nefesi tamamen kesildi. Ölmüştü.”34

Sabahattin Ali’nin cesedi Ali Ertekin’in cinayeti işlediğini gösterdiği yerde, Öksüz Çatak mevkiinde gömülü kalır. Köylüler buraya “Sabahattin Ali Çatlağı” derler.

S. Ali’nin öldürüldüğü resmen açıklanınca, bütün burjuva basın en ağır karalamalar, sövgülerle saldırır. Oluşturulan baskı ve korku havasından çoğu sevenleri S. Ali savunmayı göze alamazlar. “Yalnızca Başdan dergisinde arkadaşlarından Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Abidin Nesimi, ve Sabri Soran acı olaya az buçuk karşı çıkabildiler.”35

Nazım Hikmet ise çok sevdiği dostu S. Ali’nin öldürülmesi olayı üzerine bir yazısında şöyle der:

“Bazen lüzumundan fazla telaşlandığı olurdu. Bazense kendine, sırf kendine lüzumundan fazla güvenirdi. Yumruklarına değil, zekasına, ‘Ben, bizim polis şeflerinden, bizim içişleri bakanlıklarından daha zekiyim, akıllıyım’ derdi.

Sabahattin Ali elbette onlardan zekiydi, akıllıydı. Ama onlar teşkilatlıydılar. Oysa ki Sabahattin hiçbir teşkilata dahil değildi. Parti üyesi olsaydı, bu onun hapislere girmesini yahut katledilmesini belki yine de önleyemezdi. Lakin o kahrolası faşist provokasyonuna o kadar kolayca düşmez, bir ormanda öylesine kolayca katledilmezdi.”36

S.Ali’nin kimler tarafından nerede öldürüldüğü üzerine çeşitli varsayımlar ortaya atılır. O dönemin baskıcı ortamından dolayı yüksek sesle dile getirilemese de, 1960’lı yılların başında yazarın devlet tarafından öldürtüldüğü açıkça konuşulur, yazılır hale gelir. En son 1992’de Samet Ağaoğlu’nun ölümünden sonra yayınlanan ‘Siyasi Günlük’te o dönem küçük cep defterlerinde tuttuğu notlar vardır. 14 Ocak 1949 tarihli bir notta şöyle yazılıdır: “Dün Menderes, Sabahattin Ali’nin hükümet tarafından öldürüldüğünü, hadisenin on ay kadar evvel olduğunu, hükümetin bu işi nasıl meydana çıkaracağını çok düşündüğünü anlattı.”37

S. Ali’yi ‘milli duygularla’ öldürdüğünü ‘itiraf eden’ Ali Ertekin 28 Aralık 1948’de tutuklanır. Yapılan yargılama sonunda 1950’de dört yıla mahkum olur. Aynı yıl çıkarılan af ile serbest kalır. S. Ali’nin yazmaya başladığı ilk gençlik yıllarında sosyalist aydın çevrelerle tanışması, çok okuması ve dünyada bu yöndeki gelişmeler, sosyalizmden etkilenmesine, sosyalist dünya görüşünü benimsemesini sağlar. Dolayısıyla sanata bakışı, sanatı ele alışı ‘toplumcu gerçekçi’ tarzda olur. S. Ali’ye göre “sanatın bir tek sarih (açık) maksadı vardır: insanları daha iyiye, daha doğruya, daha güzele yükseltmek, insanlarda bu yükselme arzusunu uyandırmak”. Sanat, “insanlığa hizmet ve mücadeledir… yüksek ruhlu yazarların gönül eğlencesi değildir…”38

Sanatçının insanlığı daha iyiye, daha güzele yükseltme arzusunu uyandırabilme mücadelesinde başarılı olabilmek için de gerçekçi olması gerekir. “Halkçı bir edebiyatın ancak realist olabileceği, izaha ihtiyaç göstermeyecek kadar açık bir hakikattir. Halk alelumum realist olduğu ve tahriften hoşlanmadığı için, hakikatleri maksatlı veya maksatsız, şuurlu veya şuursuz değiştiren muharrirlerden de pek hoşlanmaz. (…), muharrir şöyle mi, böyle mi diye araştırmak yerine, namuslu mu, yoksa yalancı ve tahrifçi mi diye sormalıyız. Hakiki realizm samimi olmak, yalan söylememektir.”39

S. Ali hayatı boyunca “dürüst ve samimi” olmaktan vazgeçmez. İçinde yaşadığı toplumda gördüklerini, duyduklarını, yaşamdaki hakikatleri, süslü sözcüklerle değil, halkın anlayabileceği yalın ve akıcı bir dille anlatır. “Söylenmesi lüzumlu hiçbir şeyi ihmal etmeden, fazla hiçbir şey ilave etmeden hayatın hakikatlerini güzel bir şekilde”40 ortaya serer.

Hikayelerinde bireylerin öznel durumlarını nesnel koşulları içinde ustalıklı anlatır. Sınıflı toplumda bireyin yaşadığı ne varsa, -acı, zulüm, sevinç- hepsi sınıfsal çerçevede değerlendirilir. Bu nedenle S. Ali’nin hikayelerinde ezen ve ezilen olmak üzere hep iki tip insan vardır. Ezen bazen ağa olur, bazen jandarma, bazen de doktor. Ezilen ise yoksul köylüdür ya da kadındır. S. Ali benimsediği toplumcu bakış ve gerçekçi yöntemle Türk edebiyatında bir ilk gerçekleştirmiş, kendisinden sonra gelen birçok genç yazarı bu yönde etkilemiştir. Nazım Usta’nın sözleriyle söyleyecek olursak. “Evet, Türkiye’de orta sınıfların, köylünün, fukaranın hayatını bizde anlatan ilk yazar Sabahattin Ali değildir. Fakat bunu büyük bir ustalıkla ve inkılapçı, halkçı, gerçekçi bir görüşle yapan ilk hikayecimiz romancımız odur.”41

Kaynakça:
1-Sabahattin Ali’nin Çocukluk Anıları, Asım Bezirci
2-a.g.e
3-Aydınlık Bir Baş, Sevgi Sanlı

4-Sabahattin Ali, Filiz Ali Lalsa / Atilla Özkırımlı
5-Sabahattin Ali Üzerine, Nazım Hikmet, Sanat Emeği Dergisi- Aktaran Asım Bezirci
6-Hatırladıklarım, Zekeriya Sertel
7-Türkiye Tekelci Kapitalizminin Yapısal Bunalımı, Taylan Işık
8-A.g.e
9-A.g.e
10-Sabahattin Ali, Yaşamı, Hikayeleri, Romanları – Asım Bezirci
11-Çakıcının İlk Kurşunu, Nükhet Esen/ Zeynep Uysal
12-Sabahattin Ali Yaşamı, Hikayeleri, Romanları – Asım Bezirci
13-Kağnı, Sabahattin Ali
14-Sabahattin Ali, Filiz Ali Lalsa/ Atilla Özkırımlı
15-Değirmen, Sabahattin Ali
16-A.g.e 
17-A.g.e
18-Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali
19-a.g.e
20- a.g.e
21-a.g.e
22-Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil Yazıları I. Nazım Hikmet, aktaran: Asım Bezirci
23-Sabahattin Ali Üzerine Notlar, Cevdet Kudret
24-Hep Genç Kalacağım, Sabahattin Ali Mektuplar, Sevengül Sönmez
25- Sabahattin Ali, Yaşamı, Hikayeleri, Romanları, Asım Bezirci
26-Markopaşa yazıları ve ötekiler, Alpay Kabacalı
27- Hep Genç Kalacağım, S. Ali mektuplar, Sevengül Sönmez
28-Sabahattin Ali, yaşamı, hikayeleri, romanları, Asım Bezirci
29-a.g.e
30-Markopaşa yazıları ve Ötekiler, Hikmet Altın Kaynak
31-Türkiye Tekelci Kapitalizmin Yapısal Bunalımı, Taylan Işık
32- a.g.e
33-Aktaran Asım Bezirci, S. Ali, yaşamı, Hikayeleri, Romanları
34- Aktaran Asım Bezirci, a.g.e
35- Aktaran Asım Bezirci, S. Ali, Yaşamı, Hikayeleri, Romanları
36- ‘’ ‘’ ‘’ ‘’ ‘’ ‘’ ‘’
37- ‘’ ‘’ ‘’ ‘’ ‘’ ‘’ ‘’
38- Aktaran; Hikmet Altınkaynak, Markopaşa Yazıları ve Ötekiler
39- a.g.e
40- Aktaran Asım Bezirci, a.g.e
41- ‘’ ‘’ ‘’ ‘’

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir