“Kanun Hükmü”

Paris sokaklarının alev alev yandığı günlerdi. Tüm dünyada yükselen devrimci dalga Fransız işçi sınıfını sokaklara dökmüş, öğrenciler akademik özgürlükleri için kitlesel eylemlere başlamıştı. Fransız aydınları ve özelde sinemacılar duruma kayıtsız kalmamış, eylemlere destek vermişti. 10 Mayıs 1968’de görkemli bir açılışla başlayan Cannes Film Festivali’nin ertelenmesi için Fransız Sinema Yazarları Derneği bir çağrı yaptı. “Ulusun kültürel özgürlüğüne, üniversitelerin laik geleneklerine ve demokratik ilkelerine bir saldırı olan polis baskısına karşı” öğrencileri desteklemeye davet ettiler. Başını Jean Luc Godard ve François Truffaut’un çektiği genç kuşak “Yeni Dalga” yönetmenleri ve festival jürisindeki Louis Malle, bir basın açıklamasıyla festivalin durdurulmasını talep ettiler. Çek asıllı Amerikalı yönetmen Milos Forman, festival yarışmasındaki filmi “The Fireman’s Ball’u geri çekti. Bir başka ünlü yönetmen Carlos Saura, filmi çekme talebine rağmen gösterilen filminin gösterimini engellemek için beyaz perdenin önüne geçip engellemeye çalıştı. Böylelikle festival, katılan yirmi sekiz filmden sadece on birini gösterebildi. O yıl festival hiçbir ödül veremedi. Paris sokakları yanıyordu ve Fransız aydınları yürüyen cemiyetin ön saflarında yerlerini almıştı. 

Bu yıl bir garip festival hikayesi yaşadık. 60. Antalya Altın Portakal Film Festivali, terör örgütü propagandası yaptığı iddia edilen “Kanun Hükmü” filmi bahane edilerek hedef gösterildi. Film, kanun hükmünde kararnamelerle işlerinden edilen iki devlet memurunun bu karar sonrası yaşadıkları sıkıntıları anlatıyordu. Örgüt propagandası yapmadığı gibi, bir alternatif de sunmuyordu. Kimsenin anlam veremediği bir kararla film seçkiden çıkarıldı ve herkesin tahmin ettiği gibi bu kararın hükümet baskısı altında alındığı ortaya çıktı. Festival yönetimi, finansal ve siyasal kaygılarla filmi sansürledi. Hala ülkeye dair liberal hayaller kurabilen romantiklerin şaşkın bakışları arasında siyasi erk el bombasını çekip ortaya bıraktı. Bundan sonra olanlar daha ilginçti. Festivali gerçekleştiren CHP’li Antalya belediyesi dahil neredeyse herkes elinde patlamaması için bombayı birbirine atıp durdu. En net davranışı, toplumun aydınları diyebileceğimiz festival jürisi gösterdi. Film geri alınana kadar festivalden çekildiler. Ardından yönetmenler kendi aralarında örgütlenip sansür kararından geri dönülene dek filmlerini toplu olarak festivalden çektiklerini açıkladılar. Elbette basın açıklamasında “ülkenin kültürel geleneklerindeki demokratik ilkelerin tehdit edilmesi” gibi bir cümle yoktu. Çünkü kısa süre içinde böyle bir geleneğin olmadığı bir kez daha hatırlatılacaktı. Tüm yönetmenler dinci, gerici bir örgüt üyesi olma ithamıyla karşı karşıya kaldılar. Sadece güç elindeyken efelenecek kadar cesur olan bazı hükümet medyası şarlatanları da ‘en yalaka biziz’ dercesine bir bir bu yönetmenleri, isimlerini vererek hedef gösterip, “sakın bunlara iş vermeyin” diyerek teşhir etti. Neticede finansal kaynağı bakanlık tarafından kesilen, belediyeye kayyum atamaya kadar varan tehditlerle karşı karşıya kalan Antalya Belediyesi’nin düzenlediği festival iptal edildi. Bu karar bir çok kişinin vicdanını rahatsız etse de Türkiyeli aydınlar, yükselen bir toplumsal hareketin gücünü arkalarında göremedikleri için karara itiraz etmekle yetindiler. Belki de ilk defa bu kadar örgütlü davranan yönetmenlerimiz de ardından gelen tehdit ve şantajlar sonrası biraz daha “sakin” davranmaya karar vermiş olacaklar ki, sesleri zayıfladı. Bunun birkaç nedeni var. Elbette ki ilk nedeni toplumun ileri unsurları olan bilim insanlarının, sanatçıların, aydınların örgütsüzlüğü. 

 

Festival Ekonomisi ve Film Festivalleri

 

Özü itibariyle bağımsız olması gereken film festivalleri gerçekten bağımsız mı? Peki güzel coğrafyamızın nadide sinemacıları, filmlerini gerçekten bağımsız ve hür iradeleriyle mi çekiyorlar. Bir otosansür uygulamıyorlar mı? 

Film festivalleri, film endüstrisi içinde yer bulamayan pek çok filmin izleyiciyle buluşması için büyük bir olanaktır. Sadece endüstri dışında kalan bağımsız yapımlar için değil, endüstriyel filmlerin de reklamının yapıldığı önemli fuarlardır. Pek çok genç sinemacı bu festivaller sayesinde kendi filmine yapımcı ya da dağıtımcı bulur. İleriye dönük bağlantılar kurar. Filmlerini izleyiciyle buluşturup kendi vitrinlerini yaparlar. İlerideki projeleri için kaynak yaratır, festival kapsamında gerçekleştirilen working progress (çekilmekte olan filmlere destek sağlayan programlar) ya da project development, script development gibi proje ve senaryo desteği fonlarında boy gösterirler. Bu anlamıyla özellikle bağımsız sinemacılar için önemli bir yer tutar festivaller. Ancak festivalin kendisi bağımsız değilse, oradan destek alan yönetmen ne kadar bağımsız olabilir? Her festivalin bir politikası vardır ve bu politika çoğu zaman festival destekçilerini ürkütmemek adına tavizler verilerek oluşturulurlar. En büyük destekçi olan kültür bakanlığı kızdırılmamaya çalışılır. Sponsor firmalar korkutulmamalıdır. Yoksa ödül paraları milyonları bulan festivaller ödül veremez ve cazibelerini koruyamaz hale gelirler. Prestijlerini yitirirler. Filmler ışıltılı salonlarda gösterilemez, büyük açılışlar, görkemli törenler düzenlenemez ve olmazsa olmaz kokteyller yapılamaz. Yanlış anlaşılmasın, ne görkemli açılışlara ne de kokteyllere ve ışıltılı salonlara karşıyız. Onca emekle üretilen filmleri bunları fazlasıyla hak ediyor. Burada sorun, işin içeriğinden çok gösterişinin öne çıkması için kültürel bağımsızlıktan verilen ödündür. Bu konfora alışmış bir sinema eliti ve bir festivale katılırken saydıklarımızın hayallerini kuran pek çok genç yönetmen alıştıkları ya da umdukları festival atmosferi için maalesef içerikten ödün veriyor. Çünkü festival ekonomisi, her şeyde olduğu gibi bağımsız düşünceye en büyük sansürü içerikten ödün vererek uyguluyor. Böylelikle festivaller, nihayetinde Althusser’in “Devletin İdeolojik Aygıtları” dediği şeylere dönüşüyorlar. Yönetmenler festival politikalarına uygun filmler yapma modasına uyuyorlar, “bağımsız” yapımcılar bu politikalara uygun filmleri destekliyorlar. Festivallerin kendileri, filmleri halka ulaştıran alanlar olmaktan çıkıp bir grup eleştirmen ve “sanat” filmlerine ulaşma şansı bulan küçük bir azınlığın tatmin yerlerine dönüşüyor. “Bağımsız” sinema halktan koparken, iktidarların yıllarca uğraşsa öremeyeceği bir barajı sinemacıların kendisi örmüş oluyor. Bizler de Kış Uykusu’na yatmış bir aydının içsel buhranlarını çoooook uzun yürüme sekansları eşliğinde izlemek zorunda kalıyoruz. 

Geçtiğimiz günlerde Antalya özelinde gündeme gelen sansür, otosansür, film festivalleri, sinemanın bağımsızlığı, bağımsız sinemacılar, özgür sanat ya da sanatın özgürlüğü gibi tüm kavramlar, sanatın ekonomi politiğinin konusu içindedir ve burası anlaşılmadan kültürel üretimin bağımsızlığından söz etmek en hafif tanımıyla eksik cümleler kurmak demektir. Kültürel üretim, genel üretim ilişkilerinden ayrı ele alınamaz. Kültür üreticileri ilham perisi omzunda gezen ayrıcalıklılar değil kültür emekçileridir ve üretim ilişkilerinde nerede konumlandıklarına göre üretimlerine devam ederler. Kısacası kim için ne üreteceklerine kendilerinden çok saf tuttukları sınıfın konjonktürel yapısı karar verir. Bu anlamıyla aydın, üretim ilişkileri karşısında konumlanışına göre bir tavır takınır ve burjuva aydını mı yoksa halkın sanatçısı mı olduğuna karar verir. 

Aydın ve üretimi toplumsal üretim sürecinden ayrı bir yerde konumlanamadığı gibi toplumsal mücadeleden de ayrı bir yerde konumlanamaz. Ya yanındadır ya da karşısında. Aslında denklem bu kadar net. Bu sebeple yakın zamanda gündeme gelen festivaller konusundaki aydın sinemacı tavrı, festival politikasına uygun film ya da fikir üretmek değil, kendi üretimini kitlelere ulaştıracak alanları da dönüştürmek, dönüştüremiyorsa kendine yeni alanlar yaratmaktır. Ödül için yarışmak değil… Bunu da yapabilmesi için bir araya gelmesi ve örgütlenmesi gerekmektedir. Tıpkı 68 Paris’ine damga vuran “Yeni Dalga” yönetmenleri gibi.

60. Antalya Altın Portakal Film Festivali özelinde ortaya konulan tavır genel olarak  doğru ve olması gereken bir tavırdı. Tüm sinemacıların bir araya gelerek ortak bildirilere imza atmaları, meslek birliklerini, dernekleri, sendikaları olaya tepkisiz kalmamaları için harekete geçirmeleri herkesin korku belasına yakalandığı bu günlerde cesaret verici bir eylemdi. Ancak hemen arkasından gelen sessizlik, dönemin ruhuna uygun bir tedirginlik halinin yansımasıydı. Örgütsüz, yalnız ve çaresiz hisseden çoğu kişinin yaşadığı bir suskunluk hali. Oysa olması gereken, “Kanun Hükmü” filmi özelinde sansüre karşı etkili bir kampanya başlatmak, bunu toplumsal hareketin kültürel üretim bağlamında bir parçası haline getirmek, hatta bu durumdan hareketle demokratik bir sinema örgütü yaratmak olmalıydı. Festivallerin tek amacının yönetmenlerin kendilerine yatırımcılar buldukları fuarlar düzenlemek olmadığı, halkın sinemada, televizyonda ulaşma fırsatı bulamadığı filmlere ulaşma imkanı bulduğu alanlar olduğu hatırlatılmalıydı.

Belki de altının değil halkın “portakalı”nı örgütlemenin zamanı gelmiştir.

 

Önsöz Dergisi 52. Sayı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir