Yabancılaşmaya Karşı Beyin Egzersizleri
Hikaye şöyle anlatılır.
Bir balıkçı köyünde balıkçılar balığa çıktıklarında köyün masalcısı bütün gün dolaşıp akşam anlatacağı masalı toplar. Ağlar çekilirken balıkçılar, akşam masalcının anlatacağı masalın merakıyla geçmiş masalları aralarında anlatarak güle eğlene evin yolunu bulurlar. Yemekler yenir, ateşin etrafında toplanılır, masalcı ateşin gölgesinde canlandırarak şaşkın ve dikkatli gözlere masalını anlatır. Günün yorgunluğunu üzerinden atmış köylüler güle eğlene uyumaya giderler.
Günlerden bir gün birisi, “Biz bütün gün yorgunluktan ölüyoruz. Üstelik hayatımızı tehlikeye atıyoruz. Oysa masalcı bütün gün yan gelip yatıyor. Bundan sonra o da bizimle denize çıkmalı.” der. Düşünür, tartışırlar ve adamı haklı bulurlar. O günden sonra masalcı da hiç şikayet etmeden onlarla balığa çıkmaya başlar. Akşam olduğunda masalcı da yemeğinden sonra herkes gibi ateş başında bir şeyler içtikten sonra yorgun düşüp uyuyakalır. Günler günleri kovalar, köy neşesini ve heyecanını kaybeder. Bir akşam masalcıya “eskiden bize masallar anlatırdın, hadi yine bir masal anlatsana” derler. Masalcı, “Ama bütün gün sizinle çalıştım, hiç masal hazırlamadım ve üstelik çok yorgunum, hadi herkese iyi geceler.” deyip omuzları düşmüş olarak yatağına yol alır. Ertesi sabah balıkçılar teknede işe katılan bir kişiden vazgeçmeye karar verirler. Balıkçılar sonraki günlerde masalcının harika masallarıyla yeniden gülümseyen yüzlerle uykuya dalar ve sabah şakalaşarak işe koyulurlar.
Şöyle bir düşündüğümüzde bu hikayedeki masalcının türlü versiyonlarını yaşamımızda görebiliriz. Ozanlar, dengbejler, meddahlar, evliyalar, gezginler, sokak şarkıcıları, sanatçılar, aydınlar, yazarlar, medya çalışanları, akademisyenler, bilim insanları, sporcular, mimarlar, aşçılar, belediye ve temizlik görevlileri, güvenlik görevlileri, sendika görevlileri, öğretmenler, hukukçular, sağlıkçılar, memurlar, astronotlar ve daha niceleri… Toplumun bir kısmı üretirken yine toplumun kendi ihtiyaçları için bazılarını yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak için ayırır. Bu hizmetkarların bir bölümü var ki onlar, taşıyıcılar ya da bir yazarımızın da dediği gibi “sevinç işçileri”dir. Beden işlerinden ayrılmış ve finanse edilmiş olmaları sayesinde nispeten ayrıcalıklı, elit bir hayat yaşarlar.
Bu sayıdaki yabancılaşmaya karşı beyin egzersizimizde dikkatimizi bizlere toplumsal yaşamın olmazsa olmaz ihtiyaçlarını sağlayanlara ama özelde yaşam sevincimize katkıda bulunanlara, hikayemizdeki masalcılara, sanatçılara yönelteceğiz.
İster vergiler yoluyla ister sendikalarda olduğu gibi bir sandık aracılığıyla olsun toplumsal işler için ayrılmış bu insanlar zaman içinde profesyonel hatta maaşlı çalışanlar haline geldiler. Kimi beyaz yakalılar, kimi bazı kurumlarca finanse edilen sanatçılar, kimisi etkinlikler yoluyla topladıklarıyla yaşayanlar… Uzun yüzyıllar boyunca köy köy gezen ozanlar, meddahlar ya da güreşçiler gibi gittikleri yerlere bilgi, eğlence taşıyan ve gittikleri yerlerde yaşamlarını idame ettiren bu insanlar bugüne geldiğimizde daha karmaşık bir sistemin parçası oldular. Feodal dönemde derebeyi himayesinde sanatlarını yapanlarla sokaktakiler arasındaki fark, bugün büyük şirketlerin, yapımcıların himayesindekilerle bu destekten mahrum olan ya da uzak duran sanatçılar arasındaki fark gibi.
İş yerlerinde aralarında birer yevmiyelerini sandukada toplayarak içlerindeki en cevval arkadaşlarını patronun karşısına gönderen işçilerin doğrudan seçtikleri ilk işçiyle bugünün konfederasyon başkanlarını karşılaştırmak artık mümkün değil. Aynı şekilde, bir mintan, bir hırka, bir değnek ile kar kış köy köy gezen bir dengbejle ya da meddahla bugünün starları arasında kilometreler var.
Bugüne baktığımızda özünü görmekte güçlük çektiğimiz bu taşıyıcıların çoğunluğu onları yaratanlar tarafından değil egemenler tarafından ele geçirilmiştir ve onların amaçları için kullanılırlar. Sermaye tarafından kullanılması onların üretenler tarafından finanse edildiği gerçeğini değiştirmez. Yapı Kredi Yayınları’nı, İş Sanat’ı ya da Sabancı Müzesi’ni finanse edenler bu tekellere çalışan işçilerden elde edilmiş artı değerlerin bir kısımdır. Hatta merkezi bütçeden aldıkları teşvikler sayesinde bizden kazanıp bize yeniden satarlar. Herhangi bir gösteriye gittiğimizde aldığımız biletle sanatçıyı, menajerini, yapımcıyı, reklam afişinin giderlerini, merkezi bütçeyi ve benzeri her bir şeyi de finanse ederiz. Bu ilişkiler karmaşıklaştıkça sanatı üretenlerle onun sahipleri arasındaki açının açıldığını, saikliğin belirsizleştiğini çoğu zaman yadırgamayız bile. Bütün o hazinenin bin yıllar süren insanlık birikiminin türlü zorluklar ve bedellerle bize taşınan mirasımız olduğu gözlerimizden, yaşam telaşımızdan uzağa düşer. Daha da önemlisi zamanla masalcıya ne kadar ihtiyaç duyduğumuzun, yaşadığımız gerilim ve boşluğun farkına bile varmayız. Sevincimiz de tıpkı diğer varlıklar gibi üreticileri ve sahibi biz olduğumuz halde sürekli bizden uzaklaşır. Bir operaya, baleye, konsere, gösteriye hatta tiyatroya hiç gitmemiş milyonlarcamız var. Televizyonda izledikleri abur cuburu eğlence hatta kültürel etkinlik kabul eden milyonlarca insan var.
İnsanlığın binlerce yıllık kültürel birikimini ve onun yoğun emekle yaratılmış olduğunu, tıpkı üretim gücümüz gibi bizden çalınmış olduğunu duyumsarız. Sermaye güçleri ile bizim aramızda sürüp giden savaşın bir yüzü de buradadır. Onlar bizim değerlerimizi bize satarak yeniden ve yeniden kazanırlar. Onun dilinin, duygularının ve aklının gücünü bize karşı savaşlarında bir araç olarak kullanırlar. İktidarın sahipleri tüm tarih boyunca olduğu gibi bugün de kendi kültürlerini yaratmak ve ayakta tutmak için onu sadece ama sadece kendi elinde tutmak istiyor. Bizler de sermayeye karşı savaşımızda bu değerlerimizi hem kültürümüzü genişletmek hem de moral gücümüzü yükseltmek için kullanmak istiyoruz. Bu çelişki tıpkı ücret-zaman konusundaki uzlaşmaz çelişki kadar uzlaşmaz…
Artık hikayemizin konusu, köydeki masalcının bu savaşın ortasındaki durumu. Bugünkü masalcının durumu hayli karmaşık. Bu konu belki binlerce sayfada anlatılmış, tahlil edilmiş ve belki de çoğunda aynı sonuca varılmıştır. Her sanatçının “Kralın sofrasında soytarı olacağıma, halkın kavgasında eşkiya olurum!” diyen Yılmaz Güney gibi konunun sadeliğine vakıf olmadığını hepimiz biliyoruz. Ya da Neruda gibi “Türküleri yapanlar yasaları yapanlardan güçlüdür.” deme özgüvenini gösteremediğini… Devrimci bilince ulaşan sanatçıların ve aydınların da tüm zamanların egemenleri tarafından nasıl saldırıya uğradıklarına da şahidiz.
En sade haline döndüğümüzde o güne kadar biriktirdiği beceri ve birikim için gerekli zamanı borçlu olduğu topluma karşı sanatçının bu durumu çözümlemesi nasıl mümkün olur? Nasıl ki sanatın sahipleri onun üzerinde hak iddia etmeyecek kadar ona yabancılaşmışlar, sanatçı da kendisine yabancılaşmış. Ama bu yabancılaşma kabul edilebilir mi? Bütün yaşamsal ihtiyaçları toplum tarafından karşılanarak çok az emekçi çocuğunun kavuştuğu aydınlanma ve yaratıcılığını kullanma ayrıcalığını kazanmış bu kişilerin kendisini yaratan topluma düşmanlaşması, tarafını karıştırması nasıl mümkün olur? Kapitalizmin iki yüz yılda yarattığı yanılsamanın geldiği boyutun ispatı değil mi, aydın katmanların önemli bir kısmını bizden alan bu yabancılaşma, yozlaşma ve hatta çürüme…
İnsancıllığından hiç şüphemizin olmadığı 2000 yılında, herkesin sindiği bir dönemde, Harbiye açık hava konserinden ölüm orucundakilere “Sayılmayız parmak ile, tükenmeyiz kırmak ile” türküsüyle selam gönderen Erkan Oğur, nasıl oldu da “çok yetenekli” bulduğu, faşizmin önde gelen temsilcilerinden birine “sanat adına” destek oldu? Bunun tepkisi ve şaşkınlığı emekçiler tarafında dalga dalga büyürken Oğur hata yaptığını ifade etti. Hatası öyle önemli bir tarihsel hata ki… Oğur, perdesiz gitara adını vermiş, virtüöz kabul edilen bir dünya sanatçısı… İbrahim Kalın kim? Tarihte herhangi bir faşistin yanında yer alan herhangi birisi gibi yok olup gidecek birisi… Erkan Oğur tarihsel bilinci olsa kendisini düşürdüğü durumu görmez miydi? Onun bu bilinci taşımasını sağlayacak olan bir okulu olsaydı böylesi bir duruma düşer miydi? Yılmaz Erdoğan ya da Yavuz Bingöl gibileri de… Ancak Erkan Oğur’u onlardan ayıran ve bizleri üzen onun kişisel, günlük çıkarlarını gözetmeden, gerçekten sanatına duyduğu aşkla bunu yaptığını biliyor olmamız… Sonuçta trajedi neredeyse aynı… Konunun üzerinden o kadar zaman geçti, Erkan Oğur’un bir röportajda hata yaptığını söylemesi Erdoğan’ın danışmanları düzeyinde “korktu, kaçtı, sindi” sözleriyle cevap buldu. Kalın, Oğur’a “canı sağolsun” dedi. Tartışmalar bitmiyor…
Bu tartışmanın iki yönü olması önemli. Daha önce tanık olduğumuz sarayın sofrasına gidenlerde olduğu gibi değil. Emekçi kitlelerin baskısının aydınlar üzerindeki etkisi bu kez karşımıza ayan beyan çıktı. Faşizmin ambargo saldırısına uğrayan Melek Mosso konserlerinin yasaklanmasından sonra Erdoğan’a “özür babında” bir iltifat göndererek iktidar cephesinden kaybettiklerini “kazandı”… Faşizmde, zamanın “normal” akışında beklenen budur. Yapraklar dökülür… Erkan Oğur’un özürü ise emekçi kitlelereydi. Erkan Oğur bunu da eminiz ki insani hisleriyle, samimi bir utanma duygusuyla yaptı yoksa tarihsel bir bilinçle değil… Elbette bunun her iki taraftan da sonuçları olacak. Daha önce Harbiye tavrıyla yeni albümü ekonomik ambargolarla engellenmiş ülkedeki tüm kapılar ona kapanmıştı. Oğur, özrüyle bize yaprakların aynı zamanda yeşerdiğini de bir kez daha gösterdi.
Benzer bir durumu zeytin dalı operasyonunda gördük. Hep bir ağızdan herkes “Allah devletimize zeval vermesin, askerimizin ayağına taş değmesin” sözleriyle oradan buradan açıklama yapma yarışına girmişti. Bu dönem “kim demedi” saldırıları dönemi oldu. Bırakın bu harekatı eleştirmeyi, harekatı kutsamayanlar linç edildi. Diğer taraftan saldırıyı kutsayanlar da saldırıya uğrayanlar tarafından listelendi…
Peki bu durum sanatçının makus tarihi midir? Sanatçı, bu çekiştirilme durumunda bir nesne olmaktan nasıl kurtulur da tarihin öznesi olur? Sanatçının, aydının tavrı, tarafı onun eğitimine, aydınlanmasına, kişiliğine bağlı, günlük tesadüfi çıkarlarına göre mi belirlenir?
Yalnız bir aydın, sanatçı için evet, öyle…
Eğer onu gözeten, yol gösteren bir örgütlenmesi yoksa bir aydının, sanatçının düşebileceği tuzakların haddi hesabı yok. Çok yönlü örgütlenmiş bir sistem karşısında yalnız bir işçinin, emekçinin başına gelebileceklerle aydının sanatçının başına gelecekler arasında çok da fark yok. Her türlü ajanlaştırma, sorgu odaları, rüşvetler daha da olmazsa kara listelere alınma, tutuklanma hatta öldürülme… Tüm çalışma hayatı patronun, yapımcının iki dudağı arasında karşılıklı tehdit ve güçler dengesi üzerine oynanan oyunlarla geçen zorunlu oyunlar… Dışarıdan parıltılı görünen yaşantıların nasıl da çöküşlerle, gösteriye dönmüş hayatlarla, intiharlarla, müptezelliklerle sürüp gittiğini hepimiz izliyoruz. Tüm bunların dışında kalıp mütevazı bir hayat yaşamayı seçmiş olan bir sanatçının nasıl dışlandığını, yoksulluğa itildiğini de…
Diğer bir kesim ise halkın arasında yaşayan ve onun sevgisini, saygısını kazanmış olanlar… Onların her sözü, her davranışı, kiminle el sıkıştıkları yakından takip edilir. İzleyenler magazin dünyasının türlü çirkefliklerine aldırmaz da “kendi sanatçısının” her duruşundan etkilenir. Birilerine meydan okuduysa kendisiymiş gibi gururlanır, bir yerde boyun eğdiyse kendi evinde yaşanmış gibi hicap duyar. Ancak bu sanatçıların da zorluklar içinde diken üstünde, sınırlarda yaşadığını görmemek mümkün değil.
Bu sistem böyle sürüp gittikçe bu kısır döngüler de böyle sürüp gidecek…
Köyümüzün masalcısının en güzel masallarını o pırıl pırıl parlayan gözlere anlatmaya devam etmesi için onun yalnızlığını “bireysellik” lafazanlıklarıyla kutsayanları elinin tersiyle itmesi gerekir. Gelişmekte olanın elinden tutacak ve yaratıcılıklarını özgürce ortaya koyacak olan güçlü aydınlara ve sanatçılara ihtiyacımız var.
Ancak birbirine sıkı sıkıya kenetlenen, sanat dünyasının kurallarını evrensel ilkelerle yeniden gözden geçiren, kendi kurallarını uygulayan sanatçılar ve aydınlar emekçilerin aydınlanmasında yer alabilir.
Aydınlarımızın ve sanatçılarımızın seçimleri hem kendi yaşamlarını hem de emekçilerin bugünlerini ve geleceklerini etkileyecek düzeyde değiştirebilir… Birçok sanatçının Gezi ayaklanmasında aldığı tavırdan ve bugün ayakta durma, bir araya gelme mücadelesinden umut verici mesajlar alıyoruz. Daha önce pek çok kez sanatçıların emekçilerin mücadelesine ilham verdiğine tanık olduk. Bugün de herkes açısından önemli bir dönemeçteler, dönemeçteyiz…
Bakalım bundan sonra masalcı bize ne anlatacak?
Önsöz Dergisi 52.Sayı