Uzun zaman oldu sana bu şekilde merhaba demeyeli, mektup yazmayalı. En son sanırım 2008’de tutuklandığımız zaman ben Bakırköy’den sen ise Tekirdağ’dan ucu yanık olmasa da mektuplar göndermiştik birbirimize. 19 Aralık sonrası yazdıklarımız geliyor aklıma da… Güzel sohbetler, hoş şiirler paylaşmıştık. Cevabının gelmeyeceğini bildiğim bir mektuba başlamanın hüznü içindeyim. Gönderilmemiş mektuplar kervanına katılmak üzere yola çıkan. Kapalı bir zarf üzerine yazılan adrese doğru kanat çırpmayacak yazdıklarım. Zarfsız, adressiz, pulsuz olarak bir boşluğa oradan yüreklere doğru ulaşacak.
Yaz diyorlar, yazmalısın diyorlar. Otuz yıllık yoldaşlığı anlatmalısın diyorlar. Sana dair yazılan bir yazıda söylendiği gibi, o koskocaman boşluk nasıl anlatılır. Hangi söz yeter sen gittiğinde kalan boşluğu anlatmaya. Ve yazarsam sana veda edeceğim duygusuna kapılıyorum. Ve ben sana veda etmek istemiyorum. Her zaman “merhaba” ve “nasılsın yoldaşım” diye başlayan cümleler kurmak istiyorum. İşte bundan dolayı canım yoldaşım, sana dair bazı anları yeniden hatırlamak için mektup yazmaya karar verdim. “Bak sen…” diyen , kocaman bir kahkaha patlatan sesin geliyor kulağıma, “İşin kolayına kaçmak yok” diyen. Başka çarem yok can yoldaşım. İnan bana…
Her sabah gözlerimi açtığımda güne, seninle konuşur buluyorum kendimi. Sana dair yazmak istediklerim bölük pörçük düşüyor usuma. Ama ben sana dair benden beklenen yazıyı bir türlü yazamıyorum. Çok şey anlatmak istiyor ama anlattıkça, yazdıkça, seni zihnimin ve kalbimin bir köşesine saklayıp vedalaşacak olmanın duygusu ile bunu yapmak istemiyorum. Söyle, ben ne yapayım şimdi? Nasıl anlatayım bendeki seni? Ve sendeki gerçek seni nasıl anlatayım?
Yoldaşlarımız, dostların, ailen, bir yol buldu seni anlatmak için. Kimisi bir anıya sarıldı, kimisi bir söze, kimisi de katı gerçekçiliğe… Ben hangi yolu yürümeliyim seni anlatmak için, söyler misin bana? “Yapma can yoldaşım, bunu da mı ben yazayım?” dediğini duyar gibiyim. Haklısın ama her zaman yaptığım gibi ben sana gelmek istiyorum. Etkinlik, miting önceleri teknik ve estetik ne kadar çok ayrıntı iş varsa onunla boğuşurken, koşturmaktan vakit bulup yazamazdım yapacağım konuşma metnini. Son dakikaya kalırdı ve ben sana koşardım: “Yoldaş zaman çok daraldı hemen bir şeyler yaz da çıkıp şu konuşmayı yapayım.” Şöyle bir gözlüğünün üzerinden bakar “yoldaş, bu şimdi mi söylenir” der, ama oturur bir köşeye, o meşhur küçük kâğıtlarına yazardın. O kadar denk düşerdi ki yazdıkların yapmayı düşündüğüm konuşmaya, şaşardım buna. Ama bilirdik gerçeği, akıl ortaklığıydı yoldaşlığın en güzel yanlarından biri olan. Aynı acıyı aynı şekilde yaşayabilme gücü… Aynı neşeyi aynı şekilde yaşama sevinci… Aynı yoldan farklı ama aynı adımlarla yürüme cesareti…
Yeni bir çalışmanın heyecanı içindeydik. Setenay Berdan’ın Kapitalizmin Sonu kitabına senin rehberliğinde başlayacaktık. Pandemi günlerinin yasaklarını eğitim çalışmalarıyla, atölyelerle fırsata çeviriyorduk. Sen de çok heyecanlanmıştın bu dersi senin vermeni istediğimizde. “Etmeyin” demiştin. “Ekonomi politik öyle gelip geçerken verilecek bir ders değil. O dünyanın içine girmek gerekir. Emin misiniz benden istediğinize?” demiştin. Evet, Vefa yoldaşım, senden istemiştik, çünkü hiçbirimiz bu zor işe rehberlik edebileceğimizi düşünmemiştik. Hepimiz senin öğrencin olmaya hazırdık.
Küçük büyük demeden, yaptığın tüm işleri nasıl ciddiye aldığını seni tanıyan herkes bilir. Türkiye’nin değişik illerinden katılımcıların, en azından derse gelmeden birinci bölümün sonuna kadar okuması planı yaptığımızı duyduğunda nasıl kızdığını ve seni ikna etmenin ne kadar zor olduğunu bir ben biliyorum bir de Whatsapp 🙂 Valla duruyor kayıtlar hala… Kamuoyuna açmamı ister misin? Şaka bir yana ama seni ikna etmek bir türlü mümkün olmadı biliyorsun. “Madem okunması için bir bölüm belirlediniz, dersin yürütücüsü olarak ilk benim haberim olması gerekmez miydi?” demiş başka bir şey dememiştin. Ama biz sana okunacak bölüm belirleme derdinde değildik ki, öğrencilerinin ön bir hazırlık ile gelmelerini sağlamaktı amacımız. Ama dediğim gibi ikna olmamış, “peki, öyle olsun” demiş, bitirmiştik yazışmayı.
Dersin olduğu günün sabahı senden bir mesaj geldi. Kendini iyi hissetmediğini, gece doğru düzgün uyuyamadığını söyleyip, dersi iptal edelim demiştin. Ben de takılmadan edememiştim sana. “Elektrikler de yoktu sanırım!” Gülüşmüştük… Birkaç saat sonra da “ben kendimi gerçekten iyi hissetmiyorum, acile gittim ve test için beni karşıya sevk ettiler” diye yazdın. Dersten kaçmak için uydurulan bir bahaneye benzemiyordu. Ve zaten mümkün de değildi senin bir bahaneye sığınman. O kadar kısa zaman içinde gelişti ki her şey. Öğleden sonra artık biliyorduk Covid-19 senin bedeninde kendine bir yer bulmuştu, zayıf düşeceğin anı yakalamak için pusudaydı.
Haberi ada vapurunda dönüş yolunda almıştın ve Aysel henüz test yaptırmadığı için onun yanına gitmek de doğru olmayacak diye çözümler aramıştık. Pandeminin nasıl kötü yönetildiği meselesine girmenin anlamı yok sanırım, hepimizce malum bir durum. Pozitif bir hastanın hiçbir önlem alınmadan “evine git” denilmesi saçmalığını yaşamış ve “ne olur etrafındaki insanlara dikkat et, çift maske tak ve uzak dur herkesten” demek zorunda kalmıştık. Faşizmin tekmeleri ile göğsüne aldığın darbeleri unutmuş, ya Aysel pozitif çıkarsa diye korkmuştuk hep birlikte. Ertesi gün Aysel’in testi de pozitif çıkınca bu kez de seni geri nasıl evine götüreceğiz diye uğraşıp durmuştuk. Neyse onu da başardık. Bunları neden sana yeniden yazıyorum ki, zaten birlikte yaşamadık mı tüm süreci? Ama sanırım yine not düşmek istiyorum unutulup gitmesin diye. Bilmiyorum.
En uygun yerin Bağcılar olduğuna karar vermiş ve evine uğramadan karantinaya gireceğin yere doğru çizmiştin rotanı. Eminim vapurun açık bölümüne oturmuş, denizi, martıları, gökyüzünü izlemiş ve kim bilir neler düşünmüşsündür yeni şiirinde imgeye dönüşecek… Hücrede zaman nasıl değerlendirilir iyi bilen sen, hemen kararını vermiştin, üç ciltlik İnsan Asker Doğmaz kitabını bir kez daha okuyacaktın. Siz ODTÜ ekibinin çok sevdiği roman olduğunu biliyordum ama ikinci kez okuyacak kadar sevdiğini bilmiyordum. Okuma listemin en başında artık, bilesin. Aysel okuyor senin gözlerinin değdiği son satırları, ondan sonra da ben okuyacağım. Gece ağrıları nedeniyle uyuyamadığın halde sen yine de iş çıkarmışsın kendine. Bir de Shakespeare’in Venedik Taciri…
Whatsapp yazışmalarına dokunmadım. Duruyor. Ben sana alman gereken ilaçlardan bahsediyorum, sen bana okuduğun kitaplardan. Ağzım kuruyor diyorsun, sırtım ağrıyor. Kaygılısın sırt ağrısından, aldığın darbenin bıraktığı hasarı biliyorsun. Ben ise, hem annemde hem de tüm korona hastalarında olan ağrı tipi bu, dert etme, diyorum. Nerden bileyim, nerden bileyim dert etmek gerektiğini… Faşizmin tekmelerinin sende yarattığı o kocaman yırtığın seni bizden alacağını… Oysa ben, annemdeki seyrin aynısını sende de yaşayacağımızı düşündüğüm için çok rahattım. İlaçlarını kullanacak, beşinci günü biraz ağırlaşacak, sonra da yavaş yavaş toparlanacaktın. Yeter ki sen moralini yüksek tut, öyle kös kös oturma, yürü, dolaş, hareket et. Ne de olsa ölüm orucu eylemcisi olan sen ne yapmak gerektiğini hepimizden daha iyi bilirsin.
Her güne sana günaydın diyerek başladım. Arada bir yoğunluktan, işten güçten gecikti merhabam. Sağ kolun, 19 Aralık’ta ölüm orucu eylemcilerine siper ettiğin sağ kolun rahat bırakmıyordu seni, ağrıyordu. Dakikada bir kolun ucundaki sinirler çekiyor ve bu acı veriyor, uyutmuyor ağrı, diyorsun. Ben, merak etme diyorum sana, merak etme, o ağrılar olacak ama geçecek gidecekler. Sen ne olur yemeklerini ye, ilaçlarını düzgün al ve moralini yüksek tut. Hepimiz seni bekliyoruz.
Aysel’in test sonucunun pozitif çıkması seni nasıl kaygılandırdı, nasıl korkuttu hepimiz biliyoruz. Uykusuz geçen günler, geçmeyen ağrılar, üzerine bir de Aysel’in de pozitif çıkması… Sonra seni Aysel’in yanına adaya yeniden geçirme uğraşı… Zor oldu ama senin de çabalarınla yeniden bir araya geldiniz. İyi de oldu. Yoksa yer bitirirdin kendini ondan ayrı kalsan. Kendini zaten düşünmüyordun, iyice vazgeçmiştin. “Aysel nasıl dayanacak” en büyük kaygın olmuştu. Ağrıya ateş eşlik etti ikinizde de… Otuz dokuz – kırk dereceler görüldü ikinizde de. Ama kısa sürdü. Oh dedik, bu da normal bir seyir ama geçici. Hadi az kaldı. Ateşi de yendiniz. Gayret, az kaldı.
Dokuzuncu gün merhabalaşmamızda öğrendim ki, 112 gelmiş ölçüm yapmışlar, normal deyip gitmişler. Karşıya gitmeni gerektirecek bir durum yokmuş. Ama sen rahat değilsin. Ağrılar, nefes almakta sıkıntı, seni rahatsız ediyor. Ama sonuçlar, değerler güzel. Merak etme diyorum, 9. gündesin ve yarın son gün. Artık bitti gitti diyeceğiz. Sen de aynı duygudasın. Ama bu sürecin sende kalıcı bir hasar bıraktığına eminsin. Dert etme diyorum, hele bir yen şu lanet koronayı, bıraktığı hasarlarla uğraşmak kolay, dert etme sen bunları.
Mektubum gibi günaydınlarım da ulaşamayacak sana… Koptu bağ… Ve bundan sonra ben sana günaydın dedim ama sen karşılık veremedim. Yazamadın. Çünkü artık Kartal’da yoğun bakım odasındaydın ve telefonun da yoktu yanında. Çok hızlı gelişti her şey. Biz, karantina bitti artık geçti diye düşünürken, sen acilen hastaneye kaldırıldın. Enfeksiyon bölümünde birkaç kez görüntülü konuştuk ama sonra…
Ben sana günaydın demeye devam ettim, o lanet odadan çıktıktan sonra telefonu açtığında tekrar kavuşmak için. Emojiler gönderdim; çiçekli, gülücüklü, ille de zafer işaretli, sol yumruklu…
Yıllar yıllar önce, istediğin zaman benim omzumda ağlayabilirsin demiştin. Benim şimdi ihtiyacım var o güçlü omzuna… Şimdi…
Otuz yıldan fazla bir zamanı birlikte yürüdük. Birlikte güldük, birlikte ağladık. Senin o gür sesinle bağıra bağıra okuduğun şiirlerin kulaklarımda… Yine gözlüğünün üstünden bakıyorsun. Biliyorum ne düşündüğünü. Tamam, haklısın, çok söyledim sana, ne olur o kadar bağırma diye. Biliyordum hücreden hücreye sesini yetiştirmeye çalışmanın alışkanlığıydı. Biliyordum eylem alanlarının zorunluluğuydu. Ama sen elinde mikrofon olduğunda da çok bağırırdın, inlerdi salon. Bu sebeptendi itirazım. “Güneşin Sofrasında Söylenen Türkü” ne çok yakışırdı sana, nasıl ağız dolusu söylerdin, şarkının sözlerindeki umuda boyardın kendini ve umut senden bize geçerdi -laf aramızda Timur Selçuk da kimmiş derdik. Tek elinin diğer eşi, yoldaşı yüreğin olur, nasıl görülmedik bir tempo tutardın tanığız hepimiz buna. Tasları birbirine vuran çocuklar gibi olurduk. Şimdi sensiz nasıl olacak? Bizi öksüz çocuklar gibi bıraktın gittin. Daha nice serüvenlere yelken açacak, nice dalgalarla birlikte boğuşacaktık.
Yine sesin geliyor bir yerlerden, “Dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını” diyorsun değil mi? Deme… “Deme, bilirim!/o dediğin nesnenin/önünde kafamla/eğilirim./Ama bu yürek/o bu dilden anlamaz pek./O, “Hey gidi kambur felek,/hey gidi kahpe/devran hey” der. Ama sen merak etme hüzne teslim etmem kendimi/kendimizi. Yürünecek daha çok yolumuz var bilirim/ biliriz. Yürüyeceğiz daha nice dalgaları karşılamak, daha nice fırtınalarla savaşmak için.
Mektubu nasıl bitireceğimi bilmiyorum/ bilmiyoruz canım yoldaşım. Ama bu bir son değil onu biliyorum/ biliyoruz. Tüm mektuplarımızda olduğu gibi görüşmek üzere diyor, sımsıkı kucaklıyorum/ kucaklıyoruz.
Sevgi, umut ve bağlılıkla…
Bir gün mutlaka…
Daima…
Senin Yoldaşın
Önsöz Dergisi
47.Sayı