Yolculuk Geleceğe

Dizlerindeki sızıyla uyandı gecenin deminde. Her yanı tutulmuştu. Bu rahatsız koltukta neden uyuyakaldığını düşündü. Soluna döndüğünde akıp geçen anılara takıldı gözleri. “Gittikçe uzaklaşıyorum” dedi kendisinin bile duyamayacağı bir sesle. Gözyaşları, bir uçurumdan düşen kaya misali, dokunduğu yeri çökertiyor, yüreğine yuvarlanıyordu. Saatine baktı. Gül yine üstünden atmıştı yorganını. Birden kendisini az önce dönmemek üzere olduğu odanın içinde ayakta buldu. Kardeşinin ipek saçlarını sürdü parmaklarıyla, küçük bir tohum kondurdu mis kokular arasına. Odadan çıktı anne babasının odasına girdi. İkisi de birbirine yabancılaşmış şekilde yatakta kendi dünyalarına sarılmışlardı.

Annesini uyurken izleyen biri kâbus gördüğünü sanabilirdi. Ela gözlerinin üstünü kaplayan kirpikleri kıpırdanırken, kaşları çatılmaktan oyulmuş ve bir kırışıklığa boğulmuştu. Uyanıkken de bundan farklı olmazdı zaten. Yatağın etrafında döndü. Babacığını izlemeye koyuldu, ne kadar kaldı bilemiyordu ama yanına uzanıp, kolları arasında hıçkırıktan yorulana değin durmak istedi.

Uyandırırım korkusuyla yapamadı. Saçlarındaki beyazlara oradan da yorganının dışına taşan dizlerine takıldı gözleri. Üstünü örtecekken yine gördü onları, ayağındaki varisleri. Sızılarını duyardı da kahır etmezdi.

Ürperdi. Yürek sızısında boğulacakken daldığı kör kuyulardan bir bebeğin ağlamasıyla tekrar çıktı. Annesi: “şişşştt tamamm kızıımm, yok bi şeeyyy” diye sallamaya başlasa da daha bir cesaretle yükseliyordu ses. Otobüste kıpırdanmalar başladı. Bir anda kendini arı kovanında hissetti. Her yanı vızıldıyordu. Anne pes ederek göğsünü bebeğin avuçlarına bıraktığında sustu.

Otobüs eski sessizliğine büründü yeniden.

Zeliha sessizliği fırsat bilerek yeniden camdaki karanlığa gömüldü. Annesiyle kendi ilişkileri geldi gözlerinin önüne. Sarışın, yeşil gözlü annesinden olma kara tıfıl kızı arasındaki çatışmayı düşündü. Hiçbir konuda benzemiyorlardı. Çıktığı bu yolculuğu öğrendiğinde babasına nasıl ağır şeyler söyleyeceğini düşündü, yüreği burkuldu: “Kız çocuğunun her istediğini yaparsan böyle adını çıkarır işte, Allah kimseyi şaşırtmasın… Biraz erkek olsaydın da, bu kız buna cesaret edemeseydi.” İstediği zaman diliyle kırbaçlayanlardandı annesi. Telefon rehberinden bulduğu akrabalar arasında ona hak verecek olanları teker teker arayacak ve kırbaçladığı kişilerin eşi, çocuğu olduğunu düşünmeden bir bir dökülecekti.

Zeliha bu yolculuğa zihninde defalarca kez çıkmıştı. Her defasında olabilecek olanları kurgulamıştı. Şimdi bu kurguya yakın denebilecek bir bandın üzerinde akıyordu geleceğe.

Babasına her şeyi tüm açıklığı ile anlatarak, dürüst bir veda ile yolculuğa çıkmayı ne çok istemişti. Gelinen aşamada yalan söylemekten başka seçenek kalmamıştı, canı yanmıştı ama yapmıştı. Zor karar verirdi Zeliha ama bir kez verdiğinde onun bütün olasılıklarını dener ve ona ulaşmadan dönmezdi. Onu tanıyanlar yine “Zaza inadı”nın tuttuğunu bilirdi.

Başını yasladığı camdan dışarı bakarken bu yolculuğa çıkmaya karar verdiği günlere geri döndü. Anılar teker teker gözlerinin önünden geçerken, çantasındaki günlüğü geldi aklına.

“Yanımda götürmekle hata yapıyorum” diye düşündü. “Artık yazamam.” Küçük günlüğünü eline aldığında gözlerinden fışkıran kayalar yuvarlanmaya devam ediyordu. Tekli koltukta oturmanın avantajı olsa gerekti, rahatça karanlığa yuvarlayabiliyordu anılarını. Bir süre amaçsızca sayfalar arasında gezindi parmakları. 2 Haziran notu düşülmüş sayfaya geldiğinde durdu ve okumaya başladı:

“İki gündür neler oluyor tahmin edemezsin canım… Ayaklanma çıktı. Dün Mehmet aradı her zamanki yerde beni bekleyeceğini söyledi. Bir şey olmuştu kesin çünkü Mehmet’le çok ender görüşürdük telefonda. Genellikle fakültenin çıkışına gelirdi bir şey söyleyeceği zaman. Mehmet telefonda bir şeyler söylüyor, benimse kafamdan bunlar geçtiği için duymuyordum, cevap veremedim. Hemen hazırlanıp çıktım. Sedat da masadaydı. Kuşkulu gözlerle bana baktılar;

“Haberlere bakmamışsın anlaşılan, yoksa sen arardın” dedi Mehmet. “Final haftasındayız, bir kredilik dersler yüzünden her şeyden koptum, noldu ki” dedim. “Ayaklanma çıktı” dedi.

Anlamadım. Gezi Parkını, kepçeleri, çadırları bir çırpıda anlattılar. “Noluyo ya” dedim “üç-dört gün kendimi kapattım neler olmuş.” Alelacele telefonumu bulup web sitemize girdim. Bir de ne göreyim, her yer yanıyor. Teker teker konuyla ilgili yazıları okudum. “Eee biz ne yapıcaz burda” dedim. Toplantılar olacakmış bizim de ne düşündüğümüzü merak ettiği için buluşmuşuz meğerse. Akşamüzeri tekrar aradı: bizi “eve kek yemeğe” davet etti. Çok sinirliydi. Pazartesi biter bu eylemler, diyormuş diğer çevreler. Yine de açıklama olacaktı en azından.

Cumhuriyet Meydanına belirlenen saatte gittiğimde gözlerime inanamadım. Binlerce kişi meydanı doldurmuştu. Kunduralı, tespihli faşist diye burun kıvırdığım çoğu kişi ordaydı. Liseden tanıdıklarım bile vardı: “Napıyosunuz burada” diye gittim yanlarına, gülüştük, Tahsin bile gelmişti, bu gerçekten hiç de onların bahsettiği gibi cumartesi-pazar eylemi değildi. “Taksim Kızıldır Kızıl Kalacak” sloganları bile attık. Başka bir ruh hali vardı insanlarda. Yürüyüşümüzü yaptık iki kere turladık meydanı. Tam Kongre’den aşağı ineceğiz, birileri etten duvar oldu oturma eylemine geçirdi kitleyi. İlerde AKP binası vardı. Korunmasız bir şekilde öylece duruyordu, yine de oturduk. Mehmet yanımdaydı. Etrafa bakınca gördüğüm şeyi anlayamadım, sorayım dedim.

“Yahu yoldaş, insanlar AKP karşıtı slogan atıp duruyor, doğru düzgün önlem almamış polis AKP binasının önünde ama askeriye ve valilik önünde inanılmaz bir yığınak var, nedir bu iş?”, “AKP gider başkası gelir ama buraları ele geçirirsen Sivas’ı sen yönetirsin.” dedi. Nasıl ya… Valiliğe baktım bir süre. Mümkün müydü böyle bir şey? Valla, mümkündü sanki. Şimdi değilse bile oluru vardı yine de.

5 Haziran

Yoldaşların ne düşündüğünü anlamak için siteyi daha sıkı takip etmeye başladım. Her gün saat başı bile baktığım oluyor. Bugün bir çağrı gördüm: “Kadrolarımız kendi bulunduğu yerde elinden geldiğince ayaklanmayı ileri taşımaya çalışmalı, olanaklı değilse ayaklanmanın merkezlerine gelmeli” diyordu. “Ben kadro muyum acaba, bizi de çağırıyorlar mı” diye düşünüp Mehmet’in yanına gittiğimde finallerden sonra gidebileceğimizi söyledi. Ben o kadar bekleyemeyeceğim sanırım. Ayaklanmanın çıktığını duyduğum andan itibaren İstanbul’u, yoldaşları düşünüyor yanlarında olamadığım için boşlukta yuvarlanıyorum. Ya birine bir şey olursa? O zaman işte karar verdim. Bu gece babamın gelişini bekleyecek ve İstanbul’a gitmek istediğimi söyleyeceğim. Karşı çıkacaktır. Param da yok ama bir yolunu bulacağım.

9 Haziran

Günlerdir ağlıyorum. Babamla sürekli tartışıyoruz. Bu konuyu konuşmamak için çok geç geliyor eve. Yine de bekliyorum. Beni karanlıkta onu beklerken bulduğunda şaşırıyor ama “çok yorgunum benimle uğraşma” diyerek kaçıyor. “Ya konuşuruz ya da giderim” dediğimde oturduk yan yana. Onu ne kadar sevdiğimden, kırmak istemediğimden ama yapmam gereken şeylerin olduğundan bahsediyor bir türlü ikna edemiyorum. Kaybedecek zamanım yoktu, o da bildiği için olabildiğince zamana yaymaya çalışıyordu bu konuşmanın çarpışma anını. Sonunda o andan kaçamayacağını anladığında elini tuttum ve: “Baba ben İstanbul’a gitmek istiyorum” dedim.

Cümlem bitmeden refleks olarak sıktı elimi. Yürekten istemiyordu gitmemi anlamıştım. Sorun şu ki ikimiz de kararlıydık ve ben sadece “Yeni İnsan” broşüründe okuduğum o cümleden güç alıyordum. Aile ile ilişkilerden bahsediyor ve eski ile yeninin çatışmasında güçlü olan tarafın kazanacağından bahsediyordu. Güçlü olmam lazımdı. Sıktı istemsizce elimi: “Kızım hakkaten sizde hiç akıl kalmamış. Elif Halan aradı. Gazi de günlerdir çatışmalar oluyormuş durmadan.

Taksim’e yürüyeceğiz diyorlarmış insanlar. Ortalık çok karışık, nasıl gönderim seni cigeram(ciğerim).” Bu haberi duyduğumda son zincir halkası da koptu yüreğimde, kalbim duracak gibi atıyordu. Sustum. Gücümü toplamam lazım. Derin bir nefes aldım. Evdeki herkesin gözleri bir anda üzerimde yandı. Kaldırdım kafamı ve “evlatlıktan reddetseniz de gideceğim” dedim. Herkes donakaldı.

10 Haziran

Dün o konuşmadan sonra herkes uyumak için kendi köşesine çekildiğinde kardeşimle konuştum. Para bulmama yardım edecekti. Bugün bütün gün yan flütümü satacak bir yer aradık.

En sonunda Yamaha 211’e dört yüz lira verecek bir yer bulduk. Birbirimize baktık; beşte bir fiyatını veriyordu. Sevgilime veda eder gibi dokundum ve uzattım tüccarın ellerine. Sınavım iyi geçtiğinde ilk ona sarılır, heyecanlıysam sıkı sıkı tutardım. Bazen küserdim, birileri yüreğimi kırardı. İkimizde buz gibi dururduk bir köşede. İçimi boşaltırdım kimi zaman.

Nefessiz kalana değin konuşur dertleşirdik. Nefesim tenine değdikçe yüreğimin yangını dinerdi.

Şimdi bu vedaya mecburdum. Geleceğe yürümek istiyorsam adım atmalıydım. Yoldaki tuzaklar içinde yürümeye devam etmeliydim. Bu tuzak bir annenin gözyaşı olur bazen, bazen vazgeçilemeyen bir kariyer, bazen bir sevgili olurdu da tüm kılıklarda kendi zamanını beklerdi.

Yürüyüşe ne olursa olsun başlayacaktım. Belki de çoktan yürümeye başlamıştım.

Flütle ayrılmamız ne kadar zor olduysa parayı aldığımızdaki sevincimiz o derece katmerliydi. Kardeşim benim ideallerim için koşturmuştu gün boyu. Eve dönüş yolunda sürekli plan yapıyordum. İstanbul öncesi nereye gideyim diye düşündüm durdum. Nereden olursa olsun mutlaka İstanbul’a varacaktı yolum. “Neden Erzurum’a gitmiyorum” dedim. Ailem şüphelenmezdi. İstanbul dışında her yere göndermeye hazırlardı. Çünkü korkuları İstanbul’du.

“Neden yalan söylemek zorundasın, çık git evden birden bire” dedi Gül. Ağlamaklı oldum.

“Ayaklanmada ölebilirim. Son kez sarılıp hiçbir şey yokmuş gibi uğurlamalarını istiyorum. Son anımız böyle olmalı” dedim. Sustu.

Babama Erzurum’a gitmek istediğimi söylediğimde sevindi diyebilirim. Hemen biletimi aldı.

Erzurum’dan İstanbul’a geçebileceğim hiç akıllarına gelmemişti.

14 Haziran

Ethem’i vurdular. Ankara’da canlı yayında… Birbirimize baktık kardeşimle. Dondu kaldı bana bakarken. Rengi attı. Bu nasıl olabilir anlamaya çalışıyordu. Biletim ve valizim hazırlanmışken son anda “emin misin” diyordu bir ses. “Bu işin şakası yok.” Odamıza geçtik kardeşimle. Son zamanlarda pek sık dinlediğimiz bir ezgiyi açtık: “Uyandırın anamı/ söyleyin gidiyorum/ yolumu gözlemesin/ dönemem belki geri.” Sana da artık yazmayacağım sevgili günlüğüm. Bundan sonrası nasıl bir gelecek olacak, nereye varacak, yollarda beni neler bekliyor hiç birini bilmiyorum sadece yürüyeceğim. Yoldaşlarımla birlikte yürüyeceğim. Hoşça kal…

Defteri kapatıp, çantasına koyarken söylendi: “Niye yanıma aldım ki bunu. Atamam da şimdi. Güvenli bir yer bulursam yine de belki saklarım” Hiçbir şeyi atamazdı. Saklardı. İşte birçok zaafı, eksiklikleri, alışkanlıklarıyla ayaklanmanın kalbine gidiyordu.

Erzurum’da kuzeniyle buluştu. Kendisinden yaşça büyük, karşısında duran kadına dikkatlice baktı: “İyi yaptın Erzurum’a gelmekle. İstanbul’a gidilmez şimdi, geberip giderdin bir köşede.” Mide bulantısı başlamıştı kuzeni konuştukça. Kürtlüklerini kabul etmeyen alevi Kürtlerindendi. Ölümsüzleşmiş yakın bir akrabaları olmuştu. Zeliha, Zeynel abisini düşündü.

Ondan kalma yarım yamalak hikâyelerle büyümüştü. Geceleri köy evlerini ziyarete gelenlerden biriydi, bilirlerdi kendi köylerinin dağlarındaydı Sefkan… Evet, kod adı buydu. Karşısında oturan kuzeninin boynuna takıldı gözleri. Türk bayraklı kolyesi dikkatini çekti bir anda. Ailenin çok bedel ödediğini kuzenleri üzerinden konuşuyor ve artık yeter diyordu. “Artık yeter” diye fırladı Zeliha koltuğundan. Kendini sokağa attığında, üstünden büyük bir yük kalktı. Kuzeni alçak yüzünü göstermeyip duygu sömürüsü yapmış olsaydı zorlanacaktı yine belki de. Bir ahtapot gibiydi.

Kocaman görünür ama bir kavanoza sığardı. “Omurgasız” dedi ve İstanbul otobüsüne binmek üzere otogarın yolunu tuttu.

Gazi Mahallesinin girişine vardığında ürperdi. Her yer gaz kokuyordu. Yüreği kıpır kıpır oldu, adeta yeniden doğdu. Ayaklanmaya gelmişti. Elinde bir valizle gelmişti ama olsun ne yapıp edip gelmişti. Valizin tekerleğine takılan kapsülleri ite ite derneğin yolunu tuttu. Buraya ilk girişini hatırladı. Zihninde kaç kez o güne dönmüştü bilemiyordu ama her dönüşünde yüzünde kocaman bir gülümseme beliriyordu. Heyecanla koşar adım ilerledi ve işte derneğin önündeydi. O da nesi?

Kilitliydi. “Eyvah, yoldaşları nerede bulacağım?” diye düşündü. Önceki gelişlerinden tanıdığı bakkal amcaya gitti. “Valizim burada kalabilir mi?” diye rica etti. Kırmadı amca. Biraz şüpheli baksa da valize, karşısındaki kadının kocaman açılmış gözlerindeki ısrarına dayanamadı…

“Şimdi daha rahat hareket edebilirim” dedi. Kenan Yoldaşın evinin yolunu tuttu. Acaba evdeler miydi? Ne diyecekti kapı açıldığında: “Ben geldim” Ne cevap vereceklerdi? Yüreği sıkışıyordu.

Zile bastı. Elektrik akımına benzer bir titremeyle açıldı dış kapı. Hızla çıktı. Kapıda Güler Anne bekliyordu. Zeliha’yı görünce hem şaşırdı hem sevindi.

“Kenan, babaym bak kim geldi” Yoldaşı kapıda belirdiğinde Zeliha donakaldı. Kenan Yoldaş’ın sağ gözü kocaman olmuş, şişkinlik ve morluk içindeydi. Haberlerde sürekli görüyordu gözü çıkan, beyni patlayanları ama yoldaşlarından birini böyle görmek onu sarsmıştı, çok öfkelendi. Karşılıklı sıkı sıkı sarılmalar içinde içeri davet etse de Zeliha girmek istemedi:

“Derneğe gittim kimse yok. Ben ne yapayım” dedi. “Herkes Taksim’de oraya git” dedi. Hızla merdivenlerden inecekken durdu, “Gözünün intikamını alıcam, senin için de taş atarım yoldaş” dedi. Bunu derken hayatında hiç taş atmadığını düşündü. Bembeyaz dişleri göründü yine Kenan yoldaşının. “İyi hadi bakalım.” Kapı kapandı. Zeliha akan su gibi sokağa aktı.

Taksim’e giden yollar gerçek anlamıyla savaş alanıydı. Otobüsten inince duvar yazılarına baktı. Her duvarda bir şey yazıyordu. “Devrim’e gider.” diye değişmişti bir Taksim tabelası.

Denizlerin partisinin imzaları vardı bankaların önlerinde. Rumeli Han’a vardığında iyi bir nefes çekti merdiven başında. “Ayışığına çıkar insan bu merdivenlerle sahiden” dedi, gülümsedi. Tek solukta çıktı. Sinan yoldaş açtı kapıyı. İçeride birileri şaşkın şaşkın içeri girene bakıyordu:

“Merhaba. Ben internette Taksim’e çağrıyı gördüm ve geldim.” İçerden neyse ki tanıdığı bir yoldaşı çıkıp gelmişti de kurtulmuştu yarı kuşkulu, yarı şaşkın bakışlardan.

Zeliha’yı çadırlara götürmesi için bir kadın yoldaşa seslendiler ve onunla birlikte bir anda İstiklâl’e daldılar. Çatışmadan yorulup dinlenmeye gelenlerden biriymiş. Zeliha belli etmemeye çalışarak yanındaki kadını inceledi yol boyu. Zayıfça ama dik yürüyüşlü bir kadındı. Kendine duyduğu güven her adımında hissediliyordu. Arada dönüp kendine gülümsediği bile oluyordu. O esnada sobe olmuşçasına hemen kafasını yere çeviriyordu Zeliha. “Gezi Parkı nerede hiç görmemişim” dedi istemsizce. Kadın yoldaş, “Ayaklanmanın gücüne bak” dedi. “İnsanlar Gezi Parkının nerede olduğunu bilmeden onun için dövüşüyor. Üç beş ağaç meselesi diyor reformistler bir de buna. Tam Aziz Nesinlik değil mi?”

Denizlerin bayrağının olduğu çadırı gördüğünde, merdivenlerin başındaydı. Bayrağa doğru farkında olmadan koşmuş yanındaki yoldaşı unutmuştu. Çadırın önüne varınca yoldaşı geride bıraktığını fark etti ve utandı. “Memleketten yola çıktığından beri ve Erzurum ve İstanbul yollarında ara ara dalmaları dışında uyuduğu olmamıştı. Daha ne dengesizlikler yapacağını düşündü kendine kızdı. Uzun boylu güçlü bir kadın -ki bu kadın hayallerindeki kadın komutanlar gibiydi- yanında oturan kadın bir yoldaşı Gezi Parkı’nı gezdirmesi için Zeliha’nın yanına vermişti.

Çok merak ediyordu Taksim Komününü, sabırsızca gezmek istediğini söylemişti. “Her an saldırı gelebilir hızlı olun” dedi. Zeliha kadın yoldaşların ne kadar güçlü olduğunu hissetti. Ben hiç böyle değilim, diyerek ağlamaklı olduysa da belli etmedi.

Yürüyüş başladı. Yerde sigara tanelerinin olduğu kutuların önünde durdu. İçindeki yazı çok etkilemişti. “İhtiyacınız kadar alabilirsiniz.”. “Nasıl yani” dedi. Tam o esnada biri yanlarına yaklaşıp kutudan bir sigara alıp devam etti. Kadın yoldaş gülerek: “İşte böyle” dedi. Adımlar atılıyordu, bu zamana değin görmediği bir yerin, yazısız kuralları arasında yürüyordu. Devrim marketin önünde yemek kuyruğuna girenlere baktılar. Geriden gelen iki Deniz siluetli önlükleriyle yoldaşlar sıraya girecekken: “Siz böyle gelin, arkadaşlar Mücadele Birliği’ne yol açın” diyordu insanlar. Gözleri şaşkınlıkla açıldı Zeliha’nın. Yemek sırasına girdiklerinde Zeliha hemen cüzdanına sarıldı; “Bende para var yoldaş” diyerek. Yoldaş yine gülümseyerek, “Burada para geçmez yoldaş” dedi. “Nasıl yani?”, “Herkes ihtiyacı kadar yemek alabiliyor.” “Nasıl ya, para nasıl kullanılmıyor.”

Burası başka bir dünyaydı adeta ve herkes bu yeni yaşama o kadar hızlı bir şekilde adapte olmuştu ki aralarındaki tek “uzaylı” Zeliha olmuştu. Giyim çadırları ilerdeydi, yeni kıyafetler, kadın pedleri, çamaşırlar, maskeler… Aklınıza gelen her şeyi ihtiyacın kadar alabiliyordun. İşin ilginç yanı aç gözlülüğün ve kibrin esamesi okunmuyordu bu komünde diye düşünüyordu. Neden insanlar, az önce ayrıldığı dünyadaki gibi stok yapma ihtiyacı duymuyorlardı… Burası gerçekten başka bir dünyaydı.

Çadıra döndüklerinde yüzündeki şaşkınlık, yoldaşlarını güldürüyordu. Az önce gördükleri bugüne ait değildi. Geleceğin dünyasına bir pencereden bakmıştı. Belki de geleceğe yolculuk etmişti. Geleceğin dünyasında tüm bir yeryüzünün nasıl yaşayacağını gördü. Bu yolculuktaki yaşamın sade sakinliğini sevdi.

Gök gürültüsü duyuldu birden. Geleceğin dünyasına saldırı başlamıştı işte… Anneler hızla barikatın en önüne geçiyordu. Akan bu selin içinde, uzun boyu ve kemikli yapısıyla, cesur bir kadın olduğu her halinden belli olan yoldaşını gördü. Demek anneydi. Güçlü bir kadın, bir anne, yoldaş… Saldırı başlayınca, çadırlar yıkılacak, Zeliha yaralanacaktı. Daha önce bilmediği birçok duyguyu yoğun şekilde yaşayacaktı. Tüm bunlardan habersiz, şaşkınca etrafına dolan gaz bulutuna baktı, donakaldı. Kendini toplayıp gidenlerin peşinden ilerlese de, yetişemedi. Zehirli kapsüller, çığlıklar, sloganlar… Önünde giden insanlar ne yöne gidiyorlarsa o yöne kapanan gözleriyle koşmaya çabalıyordu.

Çok acımasız bir saldırıyla girdiler parka. Yaralananlar, düşenler oldu. Düşenin elinden tutup kaldıranlar birlikte devam ediyordu gaz bulutlarının arasından ileriye doğru. Zeliha’ya ne mi oldu günün sonunda? Yakın mesafeden atılan gaz kapsülü bilek kemiğine geldi ve ayağı ayakkabıya sığmaz oldu. Bu haldeyken kendini hayatında olmadığı kadar mutlu hissetti.

Yoldaşlarını kaybetmişti ama kitleden hiç ayrılmamıştı. İç sesi kendinden emin ve gururlu şekilde: “Çok korktun ama kaçmadın” diyordu. Yoldaşları bir bir geliyor ve omzuna dokunup “Nasılsın yoldaş” diyorlardı: Geleceğe varan yolculuğunda bir adım daha atmanın gururuyla Zeliha’nın gözleri ışıl ışıl parladı, “İyiyim yoldaş çok iyiyim…”

Önsöz’ün kapağını kapattı. Gitarıyla panzerin karşısında dimdik duran gencin çaldığı ezgiyi duyar gibi oldu. Ayağa kalkıp bir kahve suyu koymak için ocağa yöneldi. Bir zamanlar içindekileri günlüğüne döker ve bunu yalnızca kendisine saklardı. Yaşadıklarımı yazmamın kime ne faydası olacak, diyerek kaleme uzak durduğu yıllar çok geride kalmıştı. Önsöz’le tanışmış ve sanatın savaşçı yönünü keşfetmişti. Önce okumaya sonra da yazmaya Önsöz yol açmıştı. Zeliha ise yürümüştü. Artık hiç tanımadığı insanlara eksiğiyle fazlasıyla yaşayan insanı anlatabiliyor, geleceğe kendi dokunuşuyla bugünün insanlarını bırakabiliyordu. Tüm bunları düşünürken kahvenin taşmasıyla kendine geldi. Saatine baktı. Hâlâ biraz vakti vardı. Bir öykü daha okuyabilecek olmasına sevindi. Kahvesini dikkatlice masasına yerleştirdi ve sandalyesine yeniden oturdu. Bir tuşa dokundu; minör bir ezginin odada ince bir damar halinde süzülüşünü hissetti. Ezgi pencerenin boşluğundan, kapının aralığından kendi kaynağına doğru süzülüyordu.

Kahvesini yudumladı. Nefesini tuttu ve Önsöz’ün derinlerine daldı.

Kendini buldu…

 

Önsöz Dergisi
45.Sayı